Perşembe, Aralık 16, 2010

Yatak Edebiyatı


Çok hızlı giden bir arabada olduğunuzu düşünün, direksiyon sizin elinizin altında ama yine de panik halindesiniz. Fren yapmak, yavaşlamak istemiyorsunuz ve bir anda, hiç beklemediğiniz bir anda sizin için biri el frenini çekiyor. Evet, işte o hiç beklemediğim anda el frenini çeken benim bedenim oluyor. Biraz dinlenmem gerektiğini, yoksa bu hızla devam edemeyeceğimizi söylüyor. Ben de isteğini kıramıyorum ve sahibinin ben olduğum dinlenme tesisine girip biraz soluklanıyorum. Bu dinlenme tesisinin neresi olduğunu tahmin edersiniz; orası benim çift kişilik, kocaman yastıklarla donattığım yatağım!

Bu dinlenme tesisinde vakit geçirirken aklıma bin bir türlü soru geliyor; mesela “neden adı çift kişilik”. İki yüzü yani altı ve üstü olduğu için mi? Öyle olsa tek kişilik yatağın ne suçu var. 

Olamaz diyerek bu cevabın üzerini pilot kalemle çiziyorum. İki kişi yatabildiği için mi? Evet, mantıklı olan cevap bu ama asıl merak ettiğim hangi iki kişi? Bence asırlardır merak edilen soru bu. Hangi iki kişi bu kocaman yatakta yatmalı? Birbirini çok seven iki kişi mi yoksa birbirine çok saygı duyan, ihtiyaçlarını karşılayan iki kişi mi? Sabah kalktıklarında birbirlerini gördükleri için mutlu olan iki kişi mi? Kim bu iki kişi!

Herkes bu iki kişinin kim olduğunu en az benim kadar merak ediyordur. Aranızda bu sorunun cevabını bulanlar da olmuştur, eminim. Sizi canı gönülden kutluyorum ama benim ruhum huzursuz, bu sorunun cevabını bulsam bile başkaları ne düşünüyor, ne hissediyor, ne yaşıyor ve bu sorunun cevabını nerede arıyor diye düşünmeden edemiyorum. Çevremdeki herkes ya ilişkilerinden hayıflanıyor, ya aşkı arıyor ya da kendini çoklu ilişkilere adamış… Kimse yatağın sağında mı, yoksa solunda mı uyumak istediğini bilmiyor; devamlı bir hareketlilik, bilinmeyeni keşfetme isteği, yenidünya hayallerinin peşinde. Oysa önceki sorunun cevabını bulmadan yeni bir soruya cevap veremezsiniz. 

Bence herkes kendi karmaşasını kendi yaratıyor ve o yatak hiçbir zaman ısınmıyor. Daha doğrusu bir ilişki yaratmak için çaba sarf etmiyor, karşısındakinin kusurlarını örtmeye ve onu anlamaya çalışmıyor. Bencillik diz boyu… Sadece arıyor, hem de ne aradığını bilmeden. Peki, ya kusursuzluk diye bir kavram yoksa? (ki bence yok) O zaman ne olacak? Kocaman yataklarımızda, kocaman yastıklarımızın arasına gömülmüş, yatağın tam ortasında ya da Hülya Avşar gibi çaprazlama uyumanın büyük bir keyif olduğunu mu savunacağız? 

Buna cidden inanıyor musunuz, ben inanmıyorum.

Bu yüzden yaşadığınız bu hızlı hayata sıkı bir fren koyun, kontağı kapatın ve nerede olduğunuza bir bakın. Camdan kafanızı çıkarın, derin bir nefes alın ve hayata karşı hayıflanmayı bırakın. Şimdi dikiz aynasını kendinize çevirin ve biraz kendinizi izleyin. Manzara nasıl, beğendiniz mi?