Çarşamba, Temmuz 19, 2006

İstanbul Bir Dişi Orospudur...

Yağmalanmış ol tarihin
Lanetli anne sütü
Becerilmekten yorgun tenlerin O yasaklı meyvası;
hiç tanımamış ki aşk’ı
bin isim aramış anası ona bin güzellik biçip durduğu
bu dayanılmaz
rüzgarına
Asya’dan gelip Avrupa’ya dil çıkaran
Ağırbaşlı çocuk değil ki o felsefe okusun
Yunus gibi yare yare içinden geçeni
Gören görmüş
Kendi kör
Şiire benzer en çok kocaman gözleri
kuşkusuz hüzünlü
Şems’in en parlak anı o
Bir utanmaz ermiş bu yüzden ama
Erenleri reddeder
İstanbul bir masal diyorlar,
Yalandır zinhar
Masallar büyümez ki çocuklarla
Masallar çocuk kalır
Oysa bin kez ihanete uğramış
nüfus kağıdı tarihten dönen
çok babalı bu çocuk
bir garip annenin kızıdır
dokunuldukça teni acır
vahşi büyüdü üstünden geçen tramvay dizelerinden
korkulu artık
şairlere bile utanarak yaklaşır
geceyi koynunda değil içinde taşır
Masal yazdırır tarihe
saçlarını kesip kesip
dilek tutan bir deli
acımasız gerçeğiyle
kimsesiz kalmış.
Deniz kokusuna dondurma yalayan
pembe dudaklı
dile düşkün bu edepsiz
İstanbul,
Demek istediğim kısaca şudur;
İstanbul, bir dişi orospudur
Beyoğlu altın dişi...
Diyorum ki
itirazı olan varsa
Bu çocuğun babası olmalıdır...

Yelda Karataş

Canım Yelda'm, akıl hocam...
O bana binbir zorlukla yazmayı, kelimeleri dizmeyi öğretti.
En önemlisi de kalbimden geçeni dilime dolamayı öğretti.
Seni çok seviyorum, Deli Kızın Türküsü...
Rakkas tadındaki hayatına beni de aldığın için teşekkür ederim.

Geceyi sabah yapalım, çakır olana dek...

Rakı, büyük rakı, kocaman rakı.
Herkesin dilinde olan, geceleri gündüz,
sabahları çakır yapan rakı!
Bu geceyi sensiz geçirmek istemiyorum aslında.
Daha dertli saatlerim de oldu
ama nedense içimde bir boşluk var.
Örselenmişim, kırılmışım, sevdalanmışım,
ne yazar sen olduktan sonra.
Bizim oraya gidelim gel,
kafamız dağılır biraz.
Hem tanıdık da, küfelik olsak ne yazar.
Balık yemem ben biliyorsun,
daha doğrusu sensiz balık yemem.
Balık da istemez zaten sası sası yeme beni der gözleri...
Buzu da sevmem, delikanlılığa sığmaz seni maşa etmek sebillere.
Bizim orada anlarlar dilimizden,
gel hadi gece çökmeden peynire meze olalım.
Ali Baba anlar bizi, koyar önümüze mezelerimizi.
Derdimize derman, yaramıza and olur
dinler bizi sabaha dek.

Ohhhh...
Mezeler taze, balık taze,
ben güle oynaya, ağlaya ağlaya içerim,
denizin siyahı mavi olana dek.
İstanbul havası, gözünü sevdiğimin şehri;
köylerin anası, babaların babası İstanbul.
Rakı bile dalgalanıyor efkarından rüzgarını duyunca.
Ne nefes var sende, ne yürek var.
İçim bir hoş oluyor,
ikinizi yan yana görünce.
Aşk mı desem yoksa yalnızlıktan ötürü kıskançlık mı,
bilmiyorum.
Tek bildiğim,
Ali Baba bilir, rakıyla İstanbul'un aşkını.
Ben de aşıkları kavuştururum,
geceleri sabah ederek.
Hadi bakalım şerefe, Ali Baba.
Sabahı çakır edene dek...

Salı, Temmuz 18, 2006

Pirincin Türküsü...

Pirinç emektir, bereketin simgesidir. Boylu boyunca uzanan deltanın can damarıdır. Suyun beyaz gelinciğidir. Pirinç yetiştirmek zanaattır.

Emektarın zanaatıdır. Tepeden baktıklarında, suya yansıyan görüntüde kendileriyle yüzleşirler... O yüzden yalansız yaşarlar, hayallerini yüreklerinde yaşatırlar.

Her hayal gibi, onu da gerçekleştirmeleri zordur. Gece sessizliğin içinde, rüzgarın suyu dalgalandırmasıyla “Pirincin Türküsü”nü duyar, emeklerinin boşa gitmediğini düşünürler.

Zaman geçer, gelincikler açar. Ellerinden kayıp gider ve geriye tane tane, anlaşılır melodiler bırakır hafızalarında... Bilirler ki, sofraları süsleyecek, herkesin bekledigi bir yemek şölenin ortasında tekrar açacaktır o pirinç taneleri...

Sevinirler. Emekleriyle, elleriyle iftihar eder, bir dahaki hasatın hayalini kurarak, sudaki yansımalarına gülümserler...

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

OSURUK

"Dünya görüşüm bu" diyorlar ya,
hani bütün dünyayı görmüşçesine.
Hasta oluyorum!
Kavramlar değişti herhalde.

Bir de sinerji çıktı başımıza,
hani birkaç kişi birleşince oluyormuş ya.
Soyutu yaşıyoruz anlamsız!

Kimse osuruktan bahsetmiyor ama halbuki o da soyut.
Diğer söylemler nereden çıkıyorsa,
osuruk da oradan çıkıyor!

Düşünmüyor bu millet, düşünmüyor.
Götünden uydurmayı biliyor ama götünden çıkanı bilmiyor.

"Dünya görüşüm bu" diyorlar ya,
benimki de bu!
Osuruktur en hakikisi,
tek yalansız çıkan da odur işte!

12/02/2006 18:32

ŞİMDİ BENİ İZLEYİN!

Ayarı kaçmış radyo gibi cızırtılı,
ne söylediğim belli, ne de hangi telden çaldığım.
Yaş yirmidört çırpınıyorum deniz üstündeki karabatak gibi.
Etrafımdaki muhabbet, anlamsız uğultudan ibaret.
Umurumda mı, malulen emekliyim bu hayattan.
İstiklal madalyası göğsünde, bir sevda çocuğu.
Grayderle hazine arayan bir babanın çocuğu.
TCDD'nın trenini satın almaya çalışan bir babanın.
Hesabım kapanmadan, kaçıp giden bu dünyadan.
Üstüne üstlük bir de sokak çocuğuyum.
Her tarafım çamur,
yağmur göletlerinde sayısız kağıt geminin sahibi
"Malulen emekliyim" bu hayattan, satıyorum gemilerimi.
Yanında da hayallerim var bedavaya.
steyen varsa gelsin, hesaplaşalım.
Dökelim eteklerimizdeki taşları,
beş taş, dokuz taş, artık Allah ne verdiyse,
eskiden annemle oynadığım.
En fedakar ananın çocuğuyum ben,
O'nun için her şeyi yapacak tek çocuk.
ama onunla da hesabımı kapattım ben.
Adisyonum kabarıktı, yüreğinden kredi çekip ödedim.
İstiklal madalyasını satamadım ama...
Hani bir sevda çocuğuyum ya, o yüzden.
Eskiyle işim bitti artık.
Açın radyonun sesini, açın da beni dinleyin.
Bundan sonra en büyük orospuçocuğu ben olacağım.
Kanalım 95 nokta yarım, ama frekansımı sadece yitik gemiler çeker.

Tuğçe Özel / Ali Hikmet Yavuz 03/02/2006 14:10

KAHPE

Oltalar dibine çökmüş hüzün gibi...
Bak, herkes balık tutuyor.
Gemiler geçiyor ensenden.
Tekneler yaşlı tiryakiler gibi,
öksürüyor boğazına.
Senin için "kahpe" diyorlar bir de,
küfredercesine!

Her akşam oltadakiler ızgaraya,
sağ elinden gelen rakıyla, mezeler kuruluyor sofraya.
Saz başlıyor tıngırdamaya.
Konuşuyorlar adına "kahpe diye küfredercesine!

Aşıklar sevişiyor eteğinde, oturuyorlar elele, dizdize.
Yar elden gidince,
suçlu senmişçesine "kahpe" diyorlar adına küfredercesine!

Rakı iniyor dibine,
mezeler de bulmuş yerini midede,
sazın da söylevi bitince,
suçlu senmişçesine kahpe diyorlar adına
küfredercesine!  

22/11/2005 Bebek Sahili   Tuğçe Özel

BEDDUA

Bu şehre sattım seni,
adice, şerefsizce, ardıma bakmadan insafsızca,
sattım seni bu şehre.
Senin anın yok artık içimde.
Her kaldırımda adın yok buralarda,
her köşede gölgen yok!
Kurtuldum işte senden.

Bu şehre sattım seni,
onursuzca, acımasızca.
Beklemezdin değil mi?
Ummazdın hiç!
Bulmak istesende bulamazsın,
af dileyemezsin artık benden!
Özürün geçmez bu şehirde...
Yaptıklarını bir bir hatırla şimdi.
Neden oldu diye bir düşün?
Hata kimde...

Bu şehre sattım seni
zevkle, şevkle, isteklice...
İstanbul'da yağış varmış,
yollar kayganmış, beddua etme boşa bana.
Yağmur tepene iner anlarsın suçunu!

Bu şehre sattım seni,
yağmurla, bedduayla, ahla...

19.MAYIS.2001 (Antalya-İstanbul Otobüsü) TUĞÇE ÖZEL

BAHAR MAHKUMU

Hiç yaz aşkım olmadı benim
ya da havuzbaşı sevişmelerim.
Aşkı romantik yaşayamadım ki ben.
Dalga geçtim hep teni "o" kokanlarla.

Batık şehirler inşa ettim,
dalıp da keşfeden olmadı.
Yakamoz vurunca ümitlendim hep,
kelebek yüzdüler üstümden,
kalabalıkta kaynadım.
Birileri geldi önüme, aşıktılar,
denizden çıkmış gibi ıslaktılar.
Ben mi seçtim onları,
yoksa onlar mı elekten geçirdiler hayatı bilmem.
Ben de aşığım o zaman dedim.

Ayın hallerine bağlıydı ellerim,
ya uzatırdım aytenli ya da karanlıktı yüzüm.
Tutsak bir hayattı bu, eve bağlı,
işe bağımlı, sevgiye aç.
Bense güneşin altında üşüyen alabalık gibi,
ölmesini bekledim duygularımın.

Çok aşkım oldu benim,
sayısını bilmediğim.
Hep yüzler gelir aklıma,
adını bile hatırlamadığım.
Bir tane bile yok mu iz bırakan,
beni ağlatan ya da yalnız koyan.

Ahh ahhh hata bende,
çok aşkım oldu benim,
ama hiç büyüyüp de adam olanını görmedim.
Çok aşkım oldu benim,
büyütüp de adam etmesini bilemedim.

Tuğçe ÖZEL 03/04/2006 14:19

Cuma, Temmuz 14, 2006

NUR GİBİ

Kuru havaların adamsın sen
Ayazın ayaz, sıcağın sıcak...
Mavisin, yeşilsin, siyahsın, beyazsın ama en güzeli aşksın
mor gibi, pembe gibi...


Nur gibi...

Ciddiyetle kuşatılmış dört bir yanın
Etrafın kalelerle çevrili
Bir kulen var tepeden düşmanı gözlediğin,
ama sadece benim görebildiğim...

Ellerin var gündüz turkuaz geceyse lacivert,
karanlıkta seçebildiğim
İşlenmiş dudakların var nakış gibi, oya gibi...
Gergefe girmeyen bir yüreğin var
acıdan, yalnızlıktan korkar gibi...
Gözlerin kapalı, mahrum, kesik hayattan
Her şeyi bilen bir halin var ama umrunda değilmiş gibi
Uzaksın, yakınsın bazen de yanımdasın
İşte tam karşımdasın...

Kuru havaların adamı
Kulenden indin hayatıma Nur gibi
Tutuldum artık sana bir kere
Kırmızıyım, sarıyım, siyahım sayende Yay'ından fırlamış ok gibi...

HERKES MOR OLSUN İSTİYORUM

Herkes mor olsun istiyorum!
Bütün dünya mor!
Evler, ağaçlar, nehirler, denizler, çocuklar,
insanlar, okullar, telefonlar, yiyecekler...
Her şey mor olsun.
Bana bakan gözler, konuşan ağızlar!
Televizyonlar, kumandalar, bilgisayarlar, elimi attığım ne varsa!
Ay da, güneş de, kainat da!
Hepsi mor olsun!
Her yerden mor aksın.
Dünya mor görünsün!
Sonra da mor olan her şey yok olsun!

Tuğçe Özel 17/03/2006 14:1

YEŞİL ÇANTA

İşim bitmedi, daha bulaşıklar duruyor lavaboda,
çarşafların da değişmesi lazım.
Kadın gelmedi ya bu hafta, her taraf bir parmak toz.
Yemek yok ama geceden kalma mezeler var,
rakının da çeyreği kalmış, idare ederiz artık.
Sen çık, gez biraz ben kendime geliyim.
Hayır, hayır öyle demedim.
Ben varmışcasına çık evden ama anahtarını almayı unutma!
İşim bitsin, ben de biraz hava almak istiyorum.
Yok sen Şişli'ye doğru git, ben Taksim'e doğru yürüyeceğim.
Evde ekmek bitmiş yalnız, gelirken almayı unutma.
Yeşil çantamı gördün mü?
Hani tatildeyken kaybetmiştim de getirmişlerdi.
Ha tamam tamam dolabın üstüne koymuştuk, evet.
Bilmem kışlıkları kaldırmayı düşünmüştüm, yaz geliyor ya artık.
Hadi sen çık evden, ben de...
Hayır, hayır öyle demedim.
Daha işim bitmedi, sen gelirken ekmek almayı unutma...

Tuğçe Özel 14/04/2006 12:27