Çarşamba, Ekim 21, 2009

Yalnız Kadınlar Tuvaleti – 2

I.

Derisi kat kat soyulmuş, tırnakları kırık, elleri acıyordu. Temizlik malzemelerini yere bırakmadan, yıllardır hayatın bütün yükünü taşıyan sırtıyla kapıyı yavaşça itip, içeri girdi. Saat akşam onu geçiyordu ve o hala günün belirli saatlerinde tekrarlanan işini yapmak için oradaydı. Malzemeleri yere dizdi, çamaşır suyundan soyulan elleriyle sanki ulvi bir iş yapacakmış gibi hazırlığa başladı. Sekiz yıldır bu tuvaleti temizliyordu ve parasını bu işten kazanıyordu. Tanıdık vasıtasıyla bulduğu bu işi, ilk başta sevinçle, şevkle yapmaya başlamıştı. Sonra başka bir işe de geçebilirdi, o an önemli olan kendisi ya da vasfı değildi, ama sekiz yıl, şu yan yana duran dört musluktan akan su gibi geçip gitmişti işte ve o hala orada, milletin pisliğini temizliyordu.

Aslında hayatı hep başkalarının pisliklerini temizleyerek geçmişti, ilk önce ölen babasının kumar borçları, ortağının bir gecede kaçıp bıraktığı senet borçları… Bütün pislikleri o temizlemişti, tıpkı şimdiki gibi. Fakat nedense tuvalet temizlemekten yüksünmüyordu. Babasının ve ortağının pislikleri çok daha ağır gelmişti zamanında, şimdi yaptığı iş, yaşananların yanında cennetin bir köşesinde nargile içmek gibi geliyordu.

İlk başta lavaboları silerek başladı, yavaş yavaş, sindire sindire mermerin üzerindeki su lekelerini temizledi, kendi hayatındaki lekeleri gözünün önüne getirerek… Sanki hiç yaşanmamışlar, sanki hiç iz bırakmamışlar gibi… Tek tek muslukların etrafındaki kirleri elleriyle yıkadıktan sonra bezini bir kenara bıraktı. Yerleri silmek için kovaya doğru eğildi, o anda tam sırtında inanılmaz bir acı hissetti. Yüzünü buruşturarak doğruldu ve acıyla inleyen gözbebekleriyle aynada kendine rastladı. Doktora gitmesi gerekiyordu, farkındaydı ama ne zamanı, ne de parası vardı. Personel müdürü diye başlarında duran ve bütün gün bilgisayardan kız tavlamaya çalışan sübyancı ibne yüzünden, hem izin alamıyor hem de iki aydır yatmayan sigortası yüzünden de doktora gidemiyordu. Hasta olduğunu söyleyip izin istediğinde aldığı cevapsa, çektiği azaptan daha acı vericiydi;

— Sanki çok iş yapıyormuş gibi bir de izin istiyorsun, bilirim ben sizin gibileri, kahveye gidip, iki kâğıt oyunu oynamak için yapıyorsun bunları!’

Beyninden vurulmuşa dönmüştü o anda. Yumruğunu sıktı, gözlerinin feri dönmüştü. Daha önce yaptığı gibi –Ortağını Adana’da bir pavyonda basmış, yakasından tuttuğu gibi sürükleyerek oradan çıkartıp eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü- yapacaktı ama hayat dersini çoktan almıştı, ‘değmez’ dedi içinden ‘değmez bu sübyancı pezevenk için’… Adam konuşmaya devam ederken, o, boynunu öne eğdi, içinden annesinin köyde uyumadan önce öğrettiği sayma oyununu oynamaya başladı. Çok küçük bir köyde annesi ve beş kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı, o zamanlar, babası ‘para’ kazanmak için büyük şehirde, erguvan renkli İstanbul’da, ümit kapısındaydı. Her ay ufak bir parayla geçiniyor, hep onların da İstanbul’a gideceği günleri konuşuyorlardı. En büyük hayali, küçük kardeşini bembeyaz bir bisikletin arkasında gezdirmekti. Nasip olmamıştı işte… Annesi bir oyun türetmişti bu bekleyişin arasında… Sıcak bir yaz gecesi, çatıda uyumalarını sağlayacak eğlenceli ve çocukça bir oyundu. Annesi de zaten yavrularından büyük değildi.
Yıldız saymaca… Ya da yerdeki karoları saymaca… Herhangi bir şeyi saymaca… Eskiden beri yaptığı ve içinde huzuru hissettiği tek şeydi. Sadece eskiden tek başına değil, kardeşleriyle birlikte sayıyorlardı yıldızları. Hepsi de ona kadar sayabildiği için en büyüklerinden başlıyordu, ona sıra gelinceye kadar üç tane on sayılıyor, o da dördüncü onu sayıp küçük kardeşine devrediyordu. Saydıkları her on sayı için, eski su testisine bir çakıl taşı atıyorlardı. Babaları onları almaya geldiğinde bütün bu çakıl taşlarını ona saydıracak ve ne kadar yıldız olduğunu öğreneceklerdi.

İlk başta kocaman şehirden her ay gelen para azalmaya, daha sonra da hiç gelmemeye başlamıştı. Annesi köydekilerin yardımıyla buğday alıp ekmek yapıyor, komşunun ineğinden iki kap süt alarak idare ediyordu. Köyde söylentiler başlamıştı, kimisi pespaye bir kadınla babasını şehirde gördüğünü kimisi ise kötü adamlarla gezdiğini konuşuyordu. Aklı malikti, ne demek istediklerini çok iyi anlıyordu ve annesini gözlemledikçe, günbegün çöktüğünü, kara gözlerinin söndüğünü hissediyordu. Yapacağı tek bir şey vardı, o da kaçıp babasını bulmaktı. Nereye, kime gideceğini bilmiyordu, ömrü sadece bu iki hektarlık alandan ibaretti ve dünya hakkında bildiği tek şey de o küpte bulunan onarlık yıldız kümeleriydi. Ama deneyecekti, kaçacak ve açlığın, boynu büküklüğün, kardeşlerinin yaşadığı bu burukluğun nedenini öğrenecekti.






II.

Bir gece sessiz sedasız evden çıktı, yıldızların olduğu küpü de çantasına alıp yollara koyuldu. Kamyon şoförlerinin arabalarını yıkayarak karnını doyurdu ve iki hafta sonunda İstanbul’a ulaştı. Şehri görünce kalbi duracak gibi oldu, kim birisini bulabilirdi ki bu koskocaman şehirde, kim onun derdini dinlerdi ki… Kahvede duymuştu, ağanın oğlu Aksaray diye bir yerden bahsediyordu, söylenenlere göre köyden giden bütün hemşerileri o çevrede olmalıydı. Sora sora dört saat yürüyüp Aksaray’a ulaştı, her yerden et ve yemek kokuları yükseliyor, etrafında dolaşıp ciğerlerine doluyordu, açlıktan bayılmak üzereydi. Yeni doğmuş ceylan gibi ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken bir adam kolundan tutup gözlerine baktı.
- Ne işin var senin burada, dedi.

Bacaklarının arasında bir sıcaklık hissetmişti, evet korkudan altına işemiş, ne yapacağını bilmez bir halde yere yığılmıştı. Adam hayal meyal köylerinden hatırladığı birisiydi. Kucaklandığını anladı. Kendi bıraktığı su birikintisine adamın omzunun üzerinden bakarken sokaktan çıktılar. Müzik ve kavga sesleri arasında ilerlerken, kahkahalarla gülen kadınlara baka kalmıştı. Hiç böyle kadınlar görmemişti hayatında, her tarafları ortada, yüzleri sanki bahçelerindeki kiraz ağaçlarından meyve yemişçesine kıpkırmızıydı. Çocuktu, ama anlamıştı, içlerindeki acıyı göstermemek için meyveleri sürmüşlerdi yüzlerine, o şen kahkahalarının altında hayatlarının başka bir yüzü yatıyordu. Üzülmüştü, annesini hatırlayıp gülümsedi. Köye döndüğünde annesinin de yüzüne kiraz sürecekti, belki biraz neşelenmesini sağlardı.

Dar bir binaya girdiler, duvarlarında nemden oluşan küfler ve bu küflerin oluşturduğu iğrenç bir koku vardı. Birbirine yakın, taşları kirden siyaha dönmüş merdivenleri çıkarken midesi iyice bulanmıştı. Sokakta duyduğu o yemek kokularını tekrar ciğerlerine almaya çalıştı, nefesini hemen tuttu. Bu koku inanılmaz kötüydü, köy meydanına yapılan, ama sadece iki gün açık kalan umumi tuvaletten gelen kokuya benziyordu. Yeşil duvarların arasında sadece bir kişinin geçebileceği koridordan ilerlerken, sıra sıra kapıların arasından döşeklerde uyuyan, sigara içen, üstünü değiştiren insanlar görüyor, burada nasıl yaşadıklarını düşünüyordu. Güzelim köy varken neden bu koşullarda yaşıyorlardı, neden? Koridorun sonundan bir ses duydu. Bu babasının sesiydi, her yerden tanırdı, en sevdiği türküyü söylüyor, ara sıra durup boğazını temizliyordu. Yaklaştıkça keskin bir sigara dumanı da üzerlerine doğru geliyordu, dumanın içinden geçip sesin geldiği odanın önünde durdular. Adam kapıyı ayağıyla itip üzerindeki ağırlığı sanki hasat çuvalı gibi yere bıraktı ve önündeki ufaklığın arkasında kalan adama söylenerek;

—Bak senin kuzucuk gelmiş, dedi.

Acıklı türkünün sözlerini yarıda kesen babası şaşkınlığını gizleyemedi bir an, kucağında ufak çantasıyla kendisine bakan oğluna bakakaldı. Sigarasını yavaşça bir zamanlar rengi pembe olduğu anlaşılan, ama kirden pembe yerini koyu gülkurusuna bırakmış yatağın üzerinde duran kül tablasına bıraktı. Bağdaş kurduğu bacaklarını oturmaktan uyuşmuşçasına açıp, ellerinden güç alarak ayağa kalktı ve Ahmed’ine uzun uzun baktı.

O ise bırakıldığı yerden kıpırdamadan, yaşadıkları hayata anlam veremediği belirsizlik ve geldiği için kızacağını düşündüğü babasına korkuyla bakıyordu. Arkadaşı bir şeyler homurdanıp kapıyı kapattı. Adamın ağzından çıkan homurtunun içinde onu ilgilendiren tek şey yemek kelimesi olmuştu. Hala babasının vereceği tepkiyi bekliyordu sanki dakikalar geçmişti, bütün vücudu uyuşmuş, kanı damarlarında dolaşmıyormuş gibi hissediyordu. Yataktaki sigara kül tablasına düşmüş artık hayatının son demlerini yaşıyordu, dibine yaklaştıkça da daha ağır bir koku etrafı sarmıştı.
Babasının ağzından çıkan ilk cümle;

- Evdekilere bir şey mi oldu, Ahmed.

Hiç beklemediği bir karşılamaydı bu. Oysa o kamyon köşelerinde geçen yolculuğu boyunca, eskiden tarlada oyun oynarken ya da ağacın tepesinden atlarken onu kucaklayan adamı, elini hep ensesinde hissettiği babasını göreceğini hayal etmişti. Küpüne sarılıp uyurken hep bu sıcaklığı bulacağını düşünmüştü. Geceli gündüzlü gittiği yol boyunca da ‘aile geleneği’ni bozmamıştı. Her gece ayaza karşı yolculuk ederken yıldızları sayıp, sandıktaki kamyon nevalesinden küpüne onluklar doldurmuştu. O çektiği dayanılmaz açlığa rağmen, yıldız kümelerini yemeyi düşünmemişti bile. Babası sayacaktı onları, tek tek elleriyle dokunup oğluyla gurur duyacaktı.

Şimdiyse sigara izmariti kokan bu adam, onu kucaklamamıştı. Evet, o bir adamdı, ama babası değildi. Olamazdı!

Arkadaşı elinde poşetlerle ağdalı odanın yağlanmamış gıcırdayan kapısından içeri girdi. Elindeki poşetleri karşılıklı duran döşeklerinin ortasına koyup, açmaya başladı. Köşeye sinmiş, babasını ve arkadaşını izleyen Ahmed artık aç değildi, hatta hayatı boyunca da acıkmayacağını düşündü. Gözleri dolu doluydu. Daha küçücüktü, o daha çocuktu ve ağlamaya hakkı vardı, ama yarım saatte on yaş atmış, kocaman adam olmuştu.

O gece, o sigara dumanının her santimetrekaresine sinmiş odada hep birlikte uyudular. Sabah kalktığında oda boştu. Bitişikten kavga sesleri geliyordu. Belli ki birileri birisini arıyordu. Kapıyı hışımla açan iki adam;
— Sen kimsin lan piç, kimin dölüsün?

diyerek içeri daldılar. Ahmed’i bir kenara iterek fazla eşya olmayan odayı didik didik aradılar. Yatağın hemen ayakucunda duran küpü gören, diğerine göre daha kısa ve tıknaz olan bıyıkları sinirden terlemiş adam, kafasını arkaya atarak tok bir kahkaha patlattı. Bu mutluluktan ya da zaferden gelen bir kahkaha değildi. Bu içinde kötülüğü barındıran bir gülüştü. Küpü yere atan adam, taşları ve meyveleri görünce aradığını bulamadığı için iyice hırslandı. Küçücük odanın diğer köşesine sinmiş Ahmed’i yakalayıp kollarından sarsarak defalarca tekrarlıyordu;

- Kimin dölüsün lan sen, söylesene kimin?

Ahmed küpten yerlere saçılan yıldız kümelerine bakıyordu sadece. Aile geleneği şimdi yerle bir olmuştu. Aklında tek bu vardı, artık yıldızları yoktu, ailesinin yıldızları bir saniyede gökten yere düşmüş ve bütün ihtişamlarını bu adamın haykırışları arasında yitirmişti.

Böylece babasının kumar borcunu ödemek ona kalmıştı. Bütün gece kumar oynanan batakhanede sabaha karşı yerleri silip, milletin pisliğini temizlemekle geçti ergenliği. Bıyıklarını temizlediği yerlerde terletti, tabii tekrar silmek kaydiyesiyle.

Bu batakhanelerin arasında tanıştığı en samimi arkadaşı, can yoldaşı, ortağıyla aynı nem ve küf kokan odayı paylaştı. Yine aynı sahneyle karşılaştı yıllar sonra… Birileri odaya daldı, etrafı dağıttı, yine aynı soruyu işitti. Ama hayat ondan çok şey aldığı gibi, çok şey de vermişti. Bu sefer susmadı, direndi, kavga etti, avazı çıktığı kadar bağırdı. O yemek ve kadın kokan sokaklarda öğrendiği bütün küfürleri saydı. Fakat sonuç yine aynıydı, elindeki bütün malları cüzi bir paraya satıp can dostunun borcunu ödedi. Ama onu bulacaktı, sabah uyandığında bir daha görmediği babası gibi olmayacaktı bu hikâyenin sonu. Buldu da…



III.

Şimdi karşısında duran bu it oğlu it ona sorumsuzluktan ve yalandan bahsediyordu. Kaç tane on saydı bilmiyordu. Arkasına dönmeden geri geri giderek kapıya yönelmiş ve hava gibi süzülerek odandan çıkmıştı. Bütün bunları tekrar tekrar yaşarken, yerleri çoktan silmişti. En son çöpler kalmıştı, en sevmediği de buydu işte. Bu şehirli kadınlar çok temiz giyiniyor, temizliğe çok önem verirmişçesine tırım tırım ortalarda gezinmesini çok iyi biliyorlardı, ama iş beden temizliğine gelince hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu orkid denen meretin poşetleri vardı, artık öğrenmişti. Nedense bu güzellik abideleri bu poşetleri kullanmamak için özen gösterircesine, öylece pis kanlarını ortada bırakıp şu kapıdan çıkıp gidebiliyorlardı, buna hiç anlam verememişti sekiz senedir. Çöpleri de attıktan sonra malzemelerini toparlayıp tuvaletin kapısına yöneldi, belindeki ağrı dayanılmaz hale gelmişti. Acıyla beraber ince ince yanıyor, boynuna kadar çıkıp tekrar aşağıya iniyordu. Kapıyı yavaşça kapadı, hiçbir zaman okuyamadığı, üzerinde ne yazdığını anlamadığı sarı levhayı kaldırıp iş kapısından uzaklaştı. Saat geceye bir vardı.


IIII.

Sabah bilgisayarını iştahla açan personel müdürü, kahvesini yudumlarken odaya bir eleman girdi.

- Halil Bey, Ahmed hala gelmedi, katı açmamız lazım.

Arkasına kendine güvenen, kurnaz bir tavırla yaslandı.

- Demek izin vermedim diye protesto ha!

Kendisine haberi getiren elemana doğru hışımla masasından kalkıp sordu.

- Sen Ahmed’in evini biliyor musun?
- Evet amirim biliyorum.
- Yakın mı?
- Evet, iki sokak ötede.
- Git bir bak bakalım, devamlı gittiği bir yer varsa da uğra, belki oturmuş gazetesini okuyordur serseri!
- Tabii…

Korkuyla kapıyı kapatan adam, hızlı adımlarla binadan çıkıp Ahmed’in kaldığı yere doğru yürümeye başladı. Yan yana binalarda oturuyorlardı. Bina da demek doğru değildi aslında ya, eski bir Rum yıkıntısıydı. Yaşlı Rum, odaları kiraya verip, bu parayla hasta olan bedenine son demlerini yaşatmaya çalışıyordu.

Demirleri paslanmış, elde metal kokusu bırakan tırabzanlara tutunarak merdivenleri çıktı ve Ahmed’in kapısını çaldı. Cevap yoktu. Tekrar çaldı. Yine cevap alamadı, en sonunda tedirginlikle kapıyı araladı. Ahmed yatakta boylu boyunca uzanmıştı. Sanki derin bir uykunun en güzel yerindeydi. Yerdeki üstü örtülü eşyaların üzerinden atlayarak Ahmed’in yattığı döşeğe eğilerek seslendi.

- Ahmed kalksana, işe geç kaldın.

Ahmed artık kalkamazdı, sabah ezanıyla ruhunu yıldızlar geçidine yollamıştı. Eleman bağıra bağıra metal kokusunun içinden geçerek ikişer üçer dar merdivenleri indi. Yaşlı Rum aşağıda çok güçlü bir adammışçasına yukarıdan inen, yüzü bembeyaz olmuş elemanı tutmak istedi. Yaşlı Rum’a çarparak sokağa çıkan eleman, haykırıyordu.

- Ambulans çağırın, ambulans çağırın!



V.

Ambulansla birlikte polis de gelmişti. Ahmed’in yılların verdiği yorgun bedeni, üstü ilk defa beyaz bir örtüye sarılı olarak odadan çıkartıldı.

Polis telsizi eline aldı;

— Merkez otuz beş yaşlarında bir adam Beyoğlu Mis Sokak’ta ölü bulundu. Ekip yollar mısınız?
— Anlaşıldı…

Ve Ahmed polis tutanaklarına şöyle geçti;

Murad oğlu Ahmed Muratoğlu, Beyoğlu Mis Sokak, 9 numarada çakıl taşlarıyla dolu 64 küpün arasında ölü bulundu. Ölüm sebebi otopsi sonucu belli olacaktır. Herhangi bir darp ya da saldırı izine rastlanmamıştır.

Oysa o kadar çok darba ve saldırıya maruz kalmıştı ki…

Hiç yorum yok: