Hayat içinde hayatlar var
Hepsi birbirine ağlar
Bugünden geçmişe
Köprüler kurar
Eskiyi hep yaşatırlar
Geleceği düşünüp
Sabahı ağırlarlar
Hayat içinde hayatlar var
Hepsi birbirine ağlar
İki yudumla
Gecenin içinde kaybolurlar
12.Ağustos.2012 01:04
Tuğçe Özel
Tuğçe Özel
Çarşamba, Ocak 09, 2013
Çarşamba, Ocak 02, 2013
İtiraf: Barış Manço'nun cenazesine gittim, babamın cenazesine gitmedim.
Uyarı: Bu dramatik bir yazı değildir.
Barış Manço'nun öldüğü geceyi çok net hatırlıyorum, bir müzik kanalının alt yayın bandına son dakika başlığıyla girmişti ölüm haberi... Haberi okuduğum an hareketsiz bir süre donup kaldığımı hatırlıyorum, bir de habere inanmak istemediğim için olsa gerek annemi uyandırıp; "bu haber gerçek olamaz değil mi" dediğimi... O gece sabaha kadar uyumadım ve düşündüm. Ölümle ilgili ilk defa bu kadar haşır neşir oldum. Ağladım.
Ben babamı 96 yılında kaybettim. Telefonun çaldığı, babamın ölüm haberinin geldiği, annemin nasıl üzüldüğü, teyzemin elinde peçeteyle birkaç gün gezdiği, anneannemin "bu kadar erken olmasaydı keşke" dediği sahneler hala hafızamda canlıdır. "En yakınınız" olabilecek birinin de bir gün öleceği gerçeğiyle yüzleştiğim o an, ağlamadım. Daha doğrusu ağlamak için bir sebep bulamadım. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi okula gittim. Öğretmenlerim yanıma geldi, sanırım şokta olduğumu düşünüyorlardı. Herkes "iyi misin" diye soruyordu ve ben "iyiyim" dediğimde garip bir ifadeyle suratıma bakıyorlardı. Ama gerçekten iyiydim ve bu çoğu insan için hiç iyi bir şey değildi! Tuhaf biri olduğumu düşünmeye başlamıştım, acaba duygularım mı yoktu, sokakta yaşayan herhangi bir canlının başına bir şey gelse yeri göğü inleten ben, neden babamın ölümüne üzülemiyordum? Hayatım boyunca yanımda olmadığı için ağlamayarak, cenazesine gitmeyerek babamı mı cezalandırıyordum?
Tüm bu sorular kafamın içinde yıllarca döndü durdu. Ta ki Barış Manço'nun öldüğü geceye kadar!
AKM'de düzenlenen cenaze törenine gittim. Herkes birinin çıkıp "arkadaşlar, bu yalan haberdir, Barış Manço ölmedi" demesini istiyordu ama Barış Manço sahnede bir tabutun içinde O'na veda etmemizi bekliyordu. Çok ağladım. Çünkü ben de herkes gibi çocukken Barış Manço izleyerek büyüdüm. Adam Olacak Çocuk programında her çocuğu büyük bir sevgiyle izleyen, gittiği her ülkeyi kucaklayan, insan olmayı, sanatçı olmayı herkese çok naif bir şekilde gösteren Barış Manço, benim için babamdan daha önemliydi. Ben o gün normal bir insan olduğumu, ölümün zamansız gelebildiğini, iyi insanların da ölebileceğini anladım ve evet, hayatımda ilk defa bir cenazeye gittim.
Akşam eve geldiğimde annem suratıma baktı; "baban öldüğünde ağlamadın sen bu kadar" dedi. Aniden verdiğim cevap 96 yılından beri aradığım soruların karşılığıydı. "Anne, babam zaten yoktu ki, alışmıştım yokluğuna ama Barış Manço vardı"
"İnsan babası ölünce büyür" sözüne bir gerçeklik katmak isterdim ama benim de gerçeğim bu sanırım...
Barış Manço'nun öldüğü geceyi çok net hatırlıyorum, bir müzik kanalının alt yayın bandına son dakika başlığıyla girmişti ölüm haberi... Haberi okuduğum an hareketsiz bir süre donup kaldığımı hatırlıyorum, bir de habere inanmak istemediğim için olsa gerek annemi uyandırıp; "bu haber gerçek olamaz değil mi" dediğimi... O gece sabaha kadar uyumadım ve düşündüm. Ölümle ilgili ilk defa bu kadar haşır neşir oldum. Ağladım.
Ben babamı 96 yılında kaybettim. Telefonun çaldığı, babamın ölüm haberinin geldiği, annemin nasıl üzüldüğü, teyzemin elinde peçeteyle birkaç gün gezdiği, anneannemin "bu kadar erken olmasaydı keşke" dediği sahneler hala hafızamda canlıdır. "En yakınınız" olabilecek birinin de bir gün öleceği gerçeğiyle yüzleştiğim o an, ağlamadım. Daha doğrusu ağlamak için bir sebep bulamadım. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi okula gittim. Öğretmenlerim yanıma geldi, sanırım şokta olduğumu düşünüyorlardı. Herkes "iyi misin" diye soruyordu ve ben "iyiyim" dediğimde garip bir ifadeyle suratıma bakıyorlardı. Ama gerçekten iyiydim ve bu çoğu insan için hiç iyi bir şey değildi! Tuhaf biri olduğumu düşünmeye başlamıştım, acaba duygularım mı yoktu, sokakta yaşayan herhangi bir canlının başına bir şey gelse yeri göğü inleten ben, neden babamın ölümüne üzülemiyordum? Hayatım boyunca yanımda olmadığı için ağlamayarak, cenazesine gitmeyerek babamı mı cezalandırıyordum?
Tüm bu sorular kafamın içinde yıllarca döndü durdu. Ta ki Barış Manço'nun öldüğü geceye kadar!
AKM'de düzenlenen cenaze törenine gittim. Herkes birinin çıkıp "arkadaşlar, bu yalan haberdir, Barış Manço ölmedi" demesini istiyordu ama Barış Manço sahnede bir tabutun içinde O'na veda etmemizi bekliyordu. Çok ağladım. Çünkü ben de herkes gibi çocukken Barış Manço izleyerek büyüdüm. Adam Olacak Çocuk programında her çocuğu büyük bir sevgiyle izleyen, gittiği her ülkeyi kucaklayan, insan olmayı, sanatçı olmayı herkese çok naif bir şekilde gösteren Barış Manço, benim için babamdan daha önemliydi. Ben o gün normal bir insan olduğumu, ölümün zamansız gelebildiğini, iyi insanların da ölebileceğini anladım ve evet, hayatımda ilk defa bir cenazeye gittim.
Akşam eve geldiğimde annem suratıma baktı; "baban öldüğünde ağlamadın sen bu kadar" dedi. Aniden verdiğim cevap 96 yılından beri aradığım soruların karşılığıydı. "Anne, babam zaten yoktu ki, alışmıştım yokluğuna ama Barış Manço vardı"
"İnsan babası ölünce büyür" sözüne bir gerçeklik katmak isterdim ama benim de gerçeğim bu sanırım...
Perşembe, Aralık 16, 2010
Yatak Edebiyatı
Çok hızlı giden bir arabada olduğunuzu düşünün, direksiyon sizin elinizin altında ama yine de panik halindesiniz. Fren yapmak, yavaşlamak istemiyorsunuz ve bir anda, hiç beklemediğiniz bir anda sizin için biri el frenini çekiyor. Evet, işte o hiç beklemediğim anda el frenini çeken benim bedenim oluyor. Biraz dinlenmem gerektiğini, yoksa bu hızla devam edemeyeceğimizi söylüyor. Ben de isteğini kıramıyorum ve sahibinin ben olduğum dinlenme tesisine girip biraz soluklanıyorum. Bu dinlenme tesisinin neresi olduğunu tahmin edersiniz; orası benim çift kişilik, kocaman yastıklarla donattığım yatağım!
Bu dinlenme tesisinde vakit geçirirken aklıma bin bir türlü soru geliyor; mesela “neden adı çift kişilik”. İki yüzü yani altı ve üstü olduğu için mi? Öyle olsa tek kişilik yatağın ne suçu var.
Olamaz diyerek bu cevabın üzerini pilot kalemle çiziyorum. İki kişi yatabildiği için mi? Evet, mantıklı olan cevap bu ama asıl merak ettiğim hangi iki kişi? Bence asırlardır merak edilen soru bu. Hangi iki kişi bu kocaman yatakta yatmalı? Birbirini çok seven iki kişi mi yoksa birbirine çok saygı duyan, ihtiyaçlarını karşılayan iki kişi mi? Sabah kalktıklarında birbirlerini gördükleri için mutlu olan iki kişi mi? Kim bu iki kişi!
Herkes bu iki kişinin kim olduğunu en az benim kadar merak ediyordur. Aranızda bu sorunun cevabını bulanlar da olmuştur, eminim. Sizi canı gönülden kutluyorum ama benim ruhum huzursuz, bu sorunun cevabını bulsam bile başkaları ne düşünüyor, ne hissediyor, ne yaşıyor ve bu sorunun cevabını nerede arıyor diye düşünmeden edemiyorum. Çevremdeki herkes ya ilişkilerinden hayıflanıyor, ya aşkı arıyor ya da kendini çoklu ilişkilere adamış… Kimse yatağın sağında mı, yoksa solunda mı uyumak istediğini bilmiyor; devamlı bir hareketlilik, bilinmeyeni keşfetme isteği, yenidünya hayallerinin peşinde. Oysa önceki sorunun cevabını bulmadan yeni bir soruya cevap veremezsiniz.
Bence herkes kendi karmaşasını kendi yaratıyor ve o yatak hiçbir zaman ısınmıyor. Daha doğrusu bir ilişki yaratmak için çaba sarf etmiyor, karşısındakinin kusurlarını örtmeye ve onu anlamaya çalışmıyor. Bencillik diz boyu… Sadece arıyor, hem de ne aradığını bilmeden. Peki, ya kusursuzluk diye bir kavram yoksa? (ki bence yok) O zaman ne olacak? Kocaman yataklarımızda, kocaman yastıklarımızın arasına gömülmüş, yatağın tam ortasında ya da Hülya Avşar gibi çaprazlama uyumanın büyük bir keyif olduğunu mu savunacağız?
Buna cidden inanıyor musunuz, ben inanmıyorum.
Bu yüzden yaşadığınız bu hızlı hayata sıkı bir fren koyun, kontağı kapatın ve nerede olduğunuza bir bakın. Camdan kafanızı çıkarın, derin bir nefes alın ve hayata karşı hayıflanmayı bırakın. Şimdi dikiz aynasını kendinize çevirin ve biraz kendinizi izleyin. Manzara nasıl, beğendiniz mi?
Perşembe, Kasım 18, 2010
Bugün Özgür Doğan'ın doğum günü...
O’nu sadece birkaç kelimeyle özetleyemem gerçeği söylemek gerekirse… Özel bir insan olduğuna adım kadar emin olduğum birini anlatacağım size ve bugün O’nun yani Küçük Prens’in doğum günü!
Sözleriyle her zaman sizi şaşırtan, keskin zekâsıyla her daim sizi güldürebilen, kendi dünyasında kocaman bir sevgi yaratan, insanları anlamaya çalışan, gücüyle ve girişimci ruhuyla hayranlık uyandıran ve her zaman hayatımda olmalı dediğiniz özel bir insandır O…
Hayata karşı öfkeli olduğum bir gece tanımıştım O’nu ve bana hayatı kendi kendime zorlaştırdığımı üç cümle ile özetlemişti. İşte o zaman O’nun özel biri olduğunu anlamıştım. O gün bugündür ne zaman biriyle konuşmaya ihtiyacım olsa, ne yapsam acaba diye düşündüğümde elim tek bir numaraya, ayaklarım tek bir kapıya gidiyor. Biliyorum ki O; beni gerçeklerle yüzleştirecek, doğruları söyleyecek, esprileriyle gülümsememi sağlayacak, zekâsıyla çözüm üretecek ve ilerlemeyi düşündüğüm yolda dimdik yanımda olacak. Ünlü düşünürlerin sözleri üzerine saatlerce konuşacağız, sabahlara kadar uzayan derin bir sohbetin içine dalacağız ve daha mutlu, daha iyi bir insan olmamı sağlayacak…
Felsefeyle ilgili, edebiyatla ilgili, hayatla ilgili O’ndan öğreneceğim çok şey olduğunu düşünüyorum ve iyi ki O’nu tanıdım, iyi ki hayatımda ve iyi ki doğdun güzel insan… Her ne kadar inkâr etse de benim O’na can borcum var, bi’ de birkaç şişe votka...
Salı, Kasım 16, 2010
Dört bin yüz yetmiş dördüncü (4174) Terlik Muhaberesi
Bizim ailenin bayram ziyaretleri meşhurdur. Kapı hiçbir zaman kapanmaz; kahkahalarla, fıkralarla geçer her bayram… Mutfağımız da ünlüdür ayıptır söylemesi. Ne ararsanız bulabilirsiniz. İşte yine böyle bir bayram günü daha başlamıştı. Bizim gittiğimiz akrabalar, bize gelenler falan derken saat ilerlemiş, kahveler içilmiş, muhabbetler koyulaşmaya başlamıştı. Şimdi burada adını vermeyeceğim bir misafirimiz daha aramıza katıldı. Laf lafı açtı herkes muhabbetin keyfinde. Ben de arada kalktım, konuğumuzun kahvesini yaptım, su ve lokum ile birlikte servis ettim.
Hemen ardından da mutfağa girdim ve ikram etmeyi düşündüğüm şeyleri hazırlamaya başladım. Bizim ailenin belli kuralları vardır; gelen misafir sadece bir kahveyle, şekerle ya da meyve suyuyla ağırlanmaz. Gelen kişiyi sevmesek bile (olabilir, neden olmasın), kapımızı çalmıştır. Hem misafiri layığıyla ağırlamak ailenin görgüsünü de gösterir. Buyur etmesini biliriz. Neyse yeni misafirimiz başladı konuşmaya; vay efendim onun kızı çok becerikliymiş de, bütün gün mutfaktan çıkmazmış da, elinden her iş gelirmiş de, mutfaktan dinliyorum.
Konuyu döndü dolaştırdı bana getirdi. Efendim, ben misafire hizmet etmekte biraz eksikmişim. O sırada, dün kalem gibi sardığım dolmaları tabağa yerleştirmekle meşgul olduğumu burada belirtmek isterim. İşte geçen seneye göre yavaşmışım. O sırada, dün gece ellerimle açtığım kıymalı böreği kesmekle uğraştığımı ısrarla burada belirtmek isterim. Oysa onun kızı “Speedy Gonzales” gibiymiş.
Çok güzel kahve yapıyormuşum ama geç getiriyormuşum (Neden diye sorar insan değil mi? Bakır cezvede ağır ağır pişer kahve!). O sırada sabah hazırladığım diğer yiyecekleri de tabağa koyup salona girdim. Kahve yaparken arada çay demlemiştim, çay servisini de yaptım ve dedim ki;
“Valla isterseniz elektrik faturasını, su faturasını, cep telefonu faturamı, ev telefonunu, Digiturk faturasını, anneannemin doktor ve ilaç parasını, kirayı, mutfak giderlerini, aidatı, köpeklerin aşı ve kuaför paralarını, eve gelen temizlikçinin parasını ve benim kozmetik, gezme-tozma, kuaför, giyim, ayakkabı masraflarımı siz karşılayın benim yerime… Ben size günde 88 tane kahve pişirir önünüze koyarım ama yorgunum 7/24 çalışıyorum” dedim ve arka odaya geçtim, kitabımı açıp okumaya başladım.
Tam o sırada kulağımın köşesinde şöyle bir ses fade in- fade out oldu; “Vijuuuuvvv”
Evet, dört bin yüz yetmiş dördüncü Terlik Muhaberesi başlamıştı. Bir an aklıma Tom’un annesi geldi. Kendimi Tom'un yerine koydum. Kedinin görevi evdeki fareyi yakalamak değil midir? Neden Tom hep suçlu, Jerry de mutlu fare oluyordu ki?!
Annem ikinci hakkını da kullanıp başarılı olamadıktan sonra salona kızı Speedy Gonzales olan Jerry’nin yanına gitti. Kendimi çok yalnız hissettim ama görevimi yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordum. Bayramın birinci günü böyle geçti işte…
Pazartesi, Kasım 15, 2010
Ben ideal erkeği gözünden tanırım!
Kadınlar ilginç varlıklardır. Özlerinde (sanırım genetik bir durum) koruma içgüdüsü, bir şeyleri tamir etme, kötüyü iyileştirme dürtüsü baskındır. Aslında kadın hep mükemmeli yaratmak ister. İşte bu yüzden “arızalı adamları” bulur; onların hayatlarını, geleceklerini düzeltmek isteriz. Bu davranış biçimi 20-30 yaş arası kadınların yaşadığı ekşın dolu bir 10 yıla tekamül eder.
Güldüğünüzü duyar gibiyim, çünkü her kadının arızalı bir ilişkisi hatta birden çok ilişkisi olmuştur. Dönüp geriye baktığımızda “neden” diye kendimize sorarız. Ben size nedenini söyleyeyim; 20 ile 30 yaş arası yaşadığımız seksi aşk, el ele tutuşmayı sevgi, erkeğin yaptığı her girişimi kafamızda büyütür ve adamı ilah sanırız.
Oysa erkek daha evrimini tamamlamamıştır. Bir erkeğin tam anlamıyla erkek olabilmesi için 35-40 yaşına gelmiş olması gerekir. Çünkü erkek maddeden güç alır. Kariyerinde iyi bir noktada olan, istediği şeylere sahip olmuş ve dünyayla, insanlarla ilişkini tanımlamış ve bu sorunlardan arınmış erkek, erkektir.
Kadını geç keşfeder erkek... Kadın hassasiyet hassasiyet ister. Yanındaki erkeğin güçlü, komik, nerede ne yapması gerektiğini bilen ama buna rağmen biraz çılgın olmasını ister. Şimdi diyeceksiniz ki bu kadar şey istenir mi?! Hadi diyelim istedin, bu saydıklarının bir erkekte olup olmadığını nasıl anlarsın?
Başlıkta da dedim ya, ben erkeği gözünden tanırım.Tabii bir de arabasından... Eğer bir erkek Megane Sport Tourer kullanıyorsa benim için ideal erkek odur. Şimdi nasıl oluyor yahu dediğinizi duyar gibiyim. Biraz önce de söylediğim gibi “bir erkek maddeden güç alır” ve kendini maddeyle tanımlar, yani biz kadınlar gibi değildir.
Megane Sport Tourer; güçlü, ayakları yere sağlam basan, şehir hayatını seven ama buna rağmen doğadan kopmayan, geniş hacimli mekanları seven ve bir aileye sahip olmak istediğini bu şekilde ifade eden, eğlenceli, komik ama işini ciddiye alan, hızı seven, sevdiklerinin güvenliğini düşünen erkeğin arabasıdır. Kısacası benim ideal erkeğimin arabası...
Yani özetlemek gerekirse kadın belli bir yaştan sonra mükemmeli yaratmak değil, mükemmeli bulmak ister...
Pazartesi, Eylül 20, 2010
Sanki…
Biraz huzur, biraz rüzgâr, biraz da roka
Kafanda saçma sapan bir toka
Uzatmışsın ayağını balkona
Deniz seni seyrediyor
Balıklar da…
Biraz rakı, biraz maydanoz, biraz da peynir
Gemiler salına salına gezinir
Bir “of” çekersin…
Bütün dertler dile gelir
Bir yudum rakı, her şeyi dindirir
Biraz dalgın, biraz kırgın, biraz da donuk
“Geçer her şey” derler, “doğru” dersin için buruk
Zaman ilerler, saatler kırık
Farkında değilsindir zaten kafan bozuk
Biraz mazi, biraz gazi, biraz da sanki derken;
Balıkçı uzaktan “canlı canlı” diye çemkirir
Sonra dostlar aklına gelir
Gülümsersin, hayat demlenir…
20. Eylül. 2010 Pazartesi 12:10
Kafanda saçma sapan bir toka
Uzatmışsın ayağını balkona
Deniz seni seyrediyor
Balıklar da…
Biraz rakı, biraz maydanoz, biraz da peynir
Gemiler salına salına gezinir
Bir “of” çekersin…
Bütün dertler dile gelir
Bir yudum rakı, her şeyi dindirir
Biraz dalgın, biraz kırgın, biraz da donuk
“Geçer her şey” derler, “doğru” dersin için buruk
Zaman ilerler, saatler kırık
Farkında değilsindir zaten kafan bozuk
Biraz mazi, biraz gazi, biraz da sanki derken;
Balıkçı uzaktan “canlı canlı” diye çemkirir
Sonra dostlar aklına gelir
Gülümsersin, hayat demlenir…
20. Eylül. 2010 Pazartesi 12:10
Pazartesi, Temmuz 19, 2010
Bence sen de şimdi herkes gibisin...
gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
onlardan kalbime sevda geçmiyor
ben yordum ruhumu biraz da sen yor
çünkü bence şimdi herkes gibisin
yolunu beklerken daha dün gece
kaçıyorum bugün senden gizlice
kalbime baktım da işte iyice
anladım ki sen de herkes gibisin
büsbütün unuttum seni eminim
maziye karıştı şimdi yeminim
kalbimde senin için yok bile kinim
bence sen de şimdi herkes gibisin
Nazım Hikmet Ran
onlardan kalbime sevda geçmiyor
ben yordum ruhumu biraz da sen yor
çünkü bence şimdi herkes gibisin
yolunu beklerken daha dün gece
kaçıyorum bugün senden gizlice
kalbime baktım da işte iyice
anladım ki sen de herkes gibisin
büsbütün unuttum seni eminim
maziye karıştı şimdi yeminim
kalbimde senin için yok bile kinim
bence sen de şimdi herkes gibisin
Nazım Hikmet Ran
Salı, Haziran 01, 2010
Tez...
Hastayım, yorgunum, uyumam lazım ama haber kanallarını izlemekten uyuyamıyorum. Aklımdaki bir dolu soru yanıtını bulmaya çabalıyor. Şimdi bu kadar arbede oldu, gemiler gasp edildi, siviller öldürüldü, uluslararası hukuk kanunları çiğnendi… Evet, davamızda haklıyız, ama işin arkasına bakmakta fayda var diye düşünüyorum.
İsrail Gazze halkına işkence dolu günler, geceler, aylar yaşatıyor. Sivil halkı kurşunluyor, çocukları ve kadınları katlediyor. BM’den bir kişi çıkıp da “sen ne yapıyorsun” demiyor, bizim başbakan Davos’da “van minut” diye kükreyerek dünya gündemine oturuyor, ardından da ekliyor; “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye… Tamam, üslup çok kötü, bir devlet adamına yakışmayan bir İngilizce ve tavırla bunu yapıyor ama söylediği “şey”in içeriği doğru! Buraya kadar her şey çok güzel… Bugün de çıktı, çok doğru cümleler kurdu ve yaşanan olaylara bir devlet adamı olarak tepkisini gösterdi.
Ama beni düşündüren konu farklı, şöyle ki; Amerika ile arası “yıllardır” bu kadar iyi olan bir başbakanımız ve cumhurbaşkanımız var. Bunlar sabah, öğle, akşam su içseler birbirlerine haber veriyorlar, pardon yanlış oldu; bunlar su içseler Amerika’ya haber veriyorlar. Amerika kimin elinde? Musevilerin elinde, Amerika borsasını kim yönetiyor Museviler, dünyanın en büyük şirketlerinin başındakiler kimler yine Museviler. (Bu arada Museviler ile hiçbir alıp veremediğim yok bütün gün Musevi arkadaşlarımla telefonda olayları tartıştık ve çok üzüldük)
E, bizim başbakanımız, cumhurbaşkanımız Amerika’nın uşağı ise (ki öyle) neden İsrail ile kötü olmak istesin? Bu bir komplo olabilir mi? Bizim nadide ülkemiz olmadık bir savaşa doğru sürüklenmek istenebilir mi? Halkı galeyana getirip sokaklara dökerek, zaten yıllardır var olan iç savaşın (PKK) dışında, bir de dış mihraklar tarafından (İsrail, ABD) ülke bölünerek peşkeş çekilmek istenebilir mi?
Vahdettin’i hatırlatırım. Biz daha önce satıldık! Yine satılmak istenebiliriz. “Yabancılık” çekmeyeceğimize eminim. Bu ülkenin başındakiler zamanında olur olmadık savaşlara girdi ve alınan “saçma” kararların ceremesini bizim atalarımız, ailelerimiz yaşadı. Bunun hesabını yine biz ödedik. Ne yazık ki şu an gözle görülen, elle tutulan bir Atatürk yok bu ülkede. Eğer tarih tekerrürden ibaretse lütfen birisi çıkıp olanlara "tez" zamanda dur desin!
İsrail Gazze halkına işkence dolu günler, geceler, aylar yaşatıyor. Sivil halkı kurşunluyor, çocukları ve kadınları katlediyor. BM’den bir kişi çıkıp da “sen ne yapıyorsun” demiyor, bizim başbakan Davos’da “van minut” diye kükreyerek dünya gündemine oturuyor, ardından da ekliyor; “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye… Tamam, üslup çok kötü, bir devlet adamına yakışmayan bir İngilizce ve tavırla bunu yapıyor ama söylediği “şey”in içeriği doğru! Buraya kadar her şey çok güzel… Bugün de çıktı, çok doğru cümleler kurdu ve yaşanan olaylara bir devlet adamı olarak tepkisini gösterdi.
Ama beni düşündüren konu farklı, şöyle ki; Amerika ile arası “yıllardır” bu kadar iyi olan bir başbakanımız ve cumhurbaşkanımız var. Bunlar sabah, öğle, akşam su içseler birbirlerine haber veriyorlar, pardon yanlış oldu; bunlar su içseler Amerika’ya haber veriyorlar. Amerika kimin elinde? Musevilerin elinde, Amerika borsasını kim yönetiyor Museviler, dünyanın en büyük şirketlerinin başındakiler kimler yine Museviler. (Bu arada Museviler ile hiçbir alıp veremediğim yok bütün gün Musevi arkadaşlarımla telefonda olayları tartıştık ve çok üzüldük)
E, bizim başbakanımız, cumhurbaşkanımız Amerika’nın uşağı ise (ki öyle) neden İsrail ile kötü olmak istesin? Bu bir komplo olabilir mi? Bizim nadide ülkemiz olmadık bir savaşa doğru sürüklenmek istenebilir mi? Halkı galeyana getirip sokaklara dökerek, zaten yıllardır var olan iç savaşın (PKK) dışında, bir de dış mihraklar tarafından (İsrail, ABD) ülke bölünerek peşkeş çekilmek istenebilir mi?
Vahdettin’i hatırlatırım. Biz daha önce satıldık! Yine satılmak istenebiliriz. “Yabancılık” çekmeyeceğimize eminim. Bu ülkenin başındakiler zamanında olur olmadık savaşlara girdi ve alınan “saçma” kararların ceremesini bizim atalarımız, ailelerimiz yaşadı. Bunun hesabını yine biz ödedik. Ne yazık ki şu an gözle görülen, elle tutulan bir Atatürk yok bu ülkede. Eğer tarih tekerrürden ibaretse lütfen birisi çıkıp olanlara "tez" zamanda dur desin!
Çarşamba, Ekim 21, 2009
Yalnız Kadınlar Tuvaleti – 2
I.
Derisi kat kat soyulmuş, tırnakları kırık, elleri acıyordu. Temizlik malzemelerini yere bırakmadan, yıllardır hayatın bütün yükünü taşıyan sırtıyla kapıyı yavaşça itip, içeri girdi. Saat akşam onu geçiyordu ve o hala günün belirli saatlerinde tekrarlanan işini yapmak için oradaydı. Malzemeleri yere dizdi, çamaşır suyundan soyulan elleriyle sanki ulvi bir iş yapacakmış gibi hazırlığa başladı. Sekiz yıldır bu tuvaleti temizliyordu ve parasını bu işten kazanıyordu. Tanıdık vasıtasıyla bulduğu bu işi, ilk başta sevinçle, şevkle yapmaya başlamıştı. Sonra başka bir işe de geçebilirdi, o an önemli olan kendisi ya da vasfı değildi, ama sekiz yıl, şu yan yana duran dört musluktan akan su gibi geçip gitmişti işte ve o hala orada, milletin pisliğini temizliyordu.
Aslında hayatı hep başkalarının pisliklerini temizleyerek geçmişti, ilk önce ölen babasının kumar borçları, ortağının bir gecede kaçıp bıraktığı senet borçları… Bütün pislikleri o temizlemişti, tıpkı şimdiki gibi. Fakat nedense tuvalet temizlemekten yüksünmüyordu. Babasının ve ortağının pislikleri çok daha ağır gelmişti zamanında, şimdi yaptığı iş, yaşananların yanında cennetin bir köşesinde nargile içmek gibi geliyordu.
İlk başta lavaboları silerek başladı, yavaş yavaş, sindire sindire mermerin üzerindeki su lekelerini temizledi, kendi hayatındaki lekeleri gözünün önüne getirerek… Sanki hiç yaşanmamışlar, sanki hiç iz bırakmamışlar gibi… Tek tek muslukların etrafındaki kirleri elleriyle yıkadıktan sonra bezini bir kenara bıraktı. Yerleri silmek için kovaya doğru eğildi, o anda tam sırtında inanılmaz bir acı hissetti. Yüzünü buruşturarak doğruldu ve acıyla inleyen gözbebekleriyle aynada kendine rastladı. Doktora gitmesi gerekiyordu, farkındaydı ama ne zamanı, ne de parası vardı. Personel müdürü diye başlarında duran ve bütün gün bilgisayardan kız tavlamaya çalışan sübyancı ibne yüzünden, hem izin alamıyor hem de iki aydır yatmayan sigortası yüzünden de doktora gidemiyordu. Hasta olduğunu söyleyip izin istediğinde aldığı cevapsa, çektiği azaptan daha acı vericiydi;
— Sanki çok iş yapıyormuş gibi bir de izin istiyorsun, bilirim ben sizin gibileri, kahveye gidip, iki kâğıt oyunu oynamak için yapıyorsun bunları!’
Beyninden vurulmuşa dönmüştü o anda. Yumruğunu sıktı, gözlerinin feri dönmüştü. Daha önce yaptığı gibi –Ortağını Adana’da bir pavyonda basmış, yakasından tuttuğu gibi sürükleyerek oradan çıkartıp eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü- yapacaktı ama hayat dersini çoktan almıştı, ‘değmez’ dedi içinden ‘değmez bu sübyancı pezevenk için’… Adam konuşmaya devam ederken, o, boynunu öne eğdi, içinden annesinin köyde uyumadan önce öğrettiği sayma oyununu oynamaya başladı. Çok küçük bir köyde annesi ve beş kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı, o zamanlar, babası ‘para’ kazanmak için büyük şehirde, erguvan renkli İstanbul’da, ümit kapısındaydı. Her ay ufak bir parayla geçiniyor, hep onların da İstanbul’a gideceği günleri konuşuyorlardı. En büyük hayali, küçük kardeşini bembeyaz bir bisikletin arkasında gezdirmekti. Nasip olmamıştı işte… Annesi bir oyun türetmişti bu bekleyişin arasında… Sıcak bir yaz gecesi, çatıda uyumalarını sağlayacak eğlenceli ve çocukça bir oyundu. Annesi de zaten yavrularından büyük değildi.
Yıldız saymaca… Ya da yerdeki karoları saymaca… Herhangi bir şeyi saymaca… Eskiden beri yaptığı ve içinde huzuru hissettiği tek şeydi. Sadece eskiden tek başına değil, kardeşleriyle birlikte sayıyorlardı yıldızları. Hepsi de ona kadar sayabildiği için en büyüklerinden başlıyordu, ona sıra gelinceye kadar üç tane on sayılıyor, o da dördüncü onu sayıp küçük kardeşine devrediyordu. Saydıkları her on sayı için, eski su testisine bir çakıl taşı atıyorlardı. Babaları onları almaya geldiğinde bütün bu çakıl taşlarını ona saydıracak ve ne kadar yıldız olduğunu öğreneceklerdi.
İlk başta kocaman şehirden her ay gelen para azalmaya, daha sonra da hiç gelmemeye başlamıştı. Annesi köydekilerin yardımıyla buğday alıp ekmek yapıyor, komşunun ineğinden iki kap süt alarak idare ediyordu. Köyde söylentiler başlamıştı, kimisi pespaye bir kadınla babasını şehirde gördüğünü kimisi ise kötü adamlarla gezdiğini konuşuyordu. Aklı malikti, ne demek istediklerini çok iyi anlıyordu ve annesini gözlemledikçe, günbegün çöktüğünü, kara gözlerinin söndüğünü hissediyordu. Yapacağı tek bir şey vardı, o da kaçıp babasını bulmaktı. Nereye, kime gideceğini bilmiyordu, ömrü sadece bu iki hektarlık alandan ibaretti ve dünya hakkında bildiği tek şey de o küpte bulunan onarlık yıldız kümeleriydi. Ama deneyecekti, kaçacak ve açlığın, boynu büküklüğün, kardeşlerinin yaşadığı bu burukluğun nedenini öğrenecekti.
II.
Bir gece sessiz sedasız evden çıktı, yıldızların olduğu küpü de çantasına alıp yollara koyuldu. Kamyon şoförlerinin arabalarını yıkayarak karnını doyurdu ve iki hafta sonunda İstanbul’a ulaştı. Şehri görünce kalbi duracak gibi oldu, kim birisini bulabilirdi ki bu koskocaman şehirde, kim onun derdini dinlerdi ki… Kahvede duymuştu, ağanın oğlu Aksaray diye bir yerden bahsediyordu, söylenenlere göre köyden giden bütün hemşerileri o çevrede olmalıydı. Sora sora dört saat yürüyüp Aksaray’a ulaştı, her yerden et ve yemek kokuları yükseliyor, etrafında dolaşıp ciğerlerine doluyordu, açlıktan bayılmak üzereydi. Yeni doğmuş ceylan gibi ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken bir adam kolundan tutup gözlerine baktı.
- Ne işin var senin burada, dedi.
Bacaklarının arasında bir sıcaklık hissetmişti, evet korkudan altına işemiş, ne yapacağını bilmez bir halde yere yığılmıştı. Adam hayal meyal köylerinden hatırladığı birisiydi. Kucaklandığını anladı. Kendi bıraktığı su birikintisine adamın omzunun üzerinden bakarken sokaktan çıktılar. Müzik ve kavga sesleri arasında ilerlerken, kahkahalarla gülen kadınlara baka kalmıştı. Hiç böyle kadınlar görmemişti hayatında, her tarafları ortada, yüzleri sanki bahçelerindeki kiraz ağaçlarından meyve yemişçesine kıpkırmızıydı. Çocuktu, ama anlamıştı, içlerindeki acıyı göstermemek için meyveleri sürmüşlerdi yüzlerine, o şen kahkahalarının altında hayatlarının başka bir yüzü yatıyordu. Üzülmüştü, annesini hatırlayıp gülümsedi. Köye döndüğünde annesinin de yüzüne kiraz sürecekti, belki biraz neşelenmesini sağlardı.
Dar bir binaya girdiler, duvarlarında nemden oluşan küfler ve bu küflerin oluşturduğu iğrenç bir koku vardı. Birbirine yakın, taşları kirden siyaha dönmüş merdivenleri çıkarken midesi iyice bulanmıştı. Sokakta duyduğu o yemek kokularını tekrar ciğerlerine almaya çalıştı, nefesini hemen tuttu. Bu koku inanılmaz kötüydü, köy meydanına yapılan, ama sadece iki gün açık kalan umumi tuvaletten gelen kokuya benziyordu. Yeşil duvarların arasında sadece bir kişinin geçebileceği koridordan ilerlerken, sıra sıra kapıların arasından döşeklerde uyuyan, sigara içen, üstünü değiştiren insanlar görüyor, burada nasıl yaşadıklarını düşünüyordu. Güzelim köy varken neden bu koşullarda yaşıyorlardı, neden? Koridorun sonundan bir ses duydu. Bu babasının sesiydi, her yerden tanırdı, en sevdiği türküyü söylüyor, ara sıra durup boğazını temizliyordu. Yaklaştıkça keskin bir sigara dumanı da üzerlerine doğru geliyordu, dumanın içinden geçip sesin geldiği odanın önünde durdular. Adam kapıyı ayağıyla itip üzerindeki ağırlığı sanki hasat çuvalı gibi yere bıraktı ve önündeki ufaklığın arkasında kalan adama söylenerek;
—Bak senin kuzucuk gelmiş, dedi.
Acıklı türkünün sözlerini yarıda kesen babası şaşkınlığını gizleyemedi bir an, kucağında ufak çantasıyla kendisine bakan oğluna bakakaldı. Sigarasını yavaşça bir zamanlar rengi pembe olduğu anlaşılan, ama kirden pembe yerini koyu gülkurusuna bırakmış yatağın üzerinde duran kül tablasına bıraktı. Bağdaş kurduğu bacaklarını oturmaktan uyuşmuşçasına açıp, ellerinden güç alarak ayağa kalktı ve Ahmed’ine uzun uzun baktı.
O ise bırakıldığı yerden kıpırdamadan, yaşadıkları hayata anlam veremediği belirsizlik ve geldiği için kızacağını düşündüğü babasına korkuyla bakıyordu. Arkadaşı bir şeyler homurdanıp kapıyı kapattı. Adamın ağzından çıkan homurtunun içinde onu ilgilendiren tek şey yemek kelimesi olmuştu. Hala babasının vereceği tepkiyi bekliyordu sanki dakikalar geçmişti, bütün vücudu uyuşmuş, kanı damarlarında dolaşmıyormuş gibi hissediyordu. Yataktaki sigara kül tablasına düşmüş artık hayatının son demlerini yaşıyordu, dibine yaklaştıkça da daha ağır bir koku etrafı sarmıştı.
Babasının ağzından çıkan ilk cümle;
- Evdekilere bir şey mi oldu, Ahmed.
Hiç beklemediği bir karşılamaydı bu. Oysa o kamyon köşelerinde geçen yolculuğu boyunca, eskiden tarlada oyun oynarken ya da ağacın tepesinden atlarken onu kucaklayan adamı, elini hep ensesinde hissettiği babasını göreceğini hayal etmişti. Küpüne sarılıp uyurken hep bu sıcaklığı bulacağını düşünmüştü. Geceli gündüzlü gittiği yol boyunca da ‘aile geleneği’ni bozmamıştı. Her gece ayaza karşı yolculuk ederken yıldızları sayıp, sandıktaki kamyon nevalesinden küpüne onluklar doldurmuştu. O çektiği dayanılmaz açlığa rağmen, yıldız kümelerini yemeyi düşünmemişti bile. Babası sayacaktı onları, tek tek elleriyle dokunup oğluyla gurur duyacaktı.
Şimdiyse sigara izmariti kokan bu adam, onu kucaklamamıştı. Evet, o bir adamdı, ama babası değildi. Olamazdı!
Arkadaşı elinde poşetlerle ağdalı odanın yağlanmamış gıcırdayan kapısından içeri girdi. Elindeki poşetleri karşılıklı duran döşeklerinin ortasına koyup, açmaya başladı. Köşeye sinmiş, babasını ve arkadaşını izleyen Ahmed artık aç değildi, hatta hayatı boyunca da acıkmayacağını düşündü. Gözleri dolu doluydu. Daha küçücüktü, o daha çocuktu ve ağlamaya hakkı vardı, ama yarım saatte on yaş atmış, kocaman adam olmuştu.
O gece, o sigara dumanının her santimetrekaresine sinmiş odada hep birlikte uyudular. Sabah kalktığında oda boştu. Bitişikten kavga sesleri geliyordu. Belli ki birileri birisini arıyordu. Kapıyı hışımla açan iki adam;
— Sen kimsin lan piç, kimin dölüsün?
diyerek içeri daldılar. Ahmed’i bir kenara iterek fazla eşya olmayan odayı didik didik aradılar. Yatağın hemen ayakucunda duran küpü gören, diğerine göre daha kısa ve tıknaz olan bıyıkları sinirden terlemiş adam, kafasını arkaya atarak tok bir kahkaha patlattı. Bu mutluluktan ya da zaferden gelen bir kahkaha değildi. Bu içinde kötülüğü barındıran bir gülüştü. Küpü yere atan adam, taşları ve meyveleri görünce aradığını bulamadığı için iyice hırslandı. Küçücük odanın diğer köşesine sinmiş Ahmed’i yakalayıp kollarından sarsarak defalarca tekrarlıyordu;
- Kimin dölüsün lan sen, söylesene kimin?
Ahmed küpten yerlere saçılan yıldız kümelerine bakıyordu sadece. Aile geleneği şimdi yerle bir olmuştu. Aklında tek bu vardı, artık yıldızları yoktu, ailesinin yıldızları bir saniyede gökten yere düşmüş ve bütün ihtişamlarını bu adamın haykırışları arasında yitirmişti.
Böylece babasının kumar borcunu ödemek ona kalmıştı. Bütün gece kumar oynanan batakhanede sabaha karşı yerleri silip, milletin pisliğini temizlemekle geçti ergenliği. Bıyıklarını temizlediği yerlerde terletti, tabii tekrar silmek kaydiyesiyle.
Bu batakhanelerin arasında tanıştığı en samimi arkadaşı, can yoldaşı, ortağıyla aynı nem ve küf kokan odayı paylaştı. Yine aynı sahneyle karşılaştı yıllar sonra… Birileri odaya daldı, etrafı dağıttı, yine aynı soruyu işitti. Ama hayat ondan çok şey aldığı gibi, çok şey de vermişti. Bu sefer susmadı, direndi, kavga etti, avazı çıktığı kadar bağırdı. O yemek ve kadın kokan sokaklarda öğrendiği bütün küfürleri saydı. Fakat sonuç yine aynıydı, elindeki bütün malları cüzi bir paraya satıp can dostunun borcunu ödedi. Ama onu bulacaktı, sabah uyandığında bir daha görmediği babası gibi olmayacaktı bu hikâyenin sonu. Buldu da…
III.
Şimdi karşısında duran bu it oğlu it ona sorumsuzluktan ve yalandan bahsediyordu. Kaç tane on saydı bilmiyordu. Arkasına dönmeden geri geri giderek kapıya yönelmiş ve hava gibi süzülerek odandan çıkmıştı. Bütün bunları tekrar tekrar yaşarken, yerleri çoktan silmişti. En son çöpler kalmıştı, en sevmediği de buydu işte. Bu şehirli kadınlar çok temiz giyiniyor, temizliğe çok önem verirmişçesine tırım tırım ortalarda gezinmesini çok iyi biliyorlardı, ama iş beden temizliğine gelince hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu orkid denen meretin poşetleri vardı, artık öğrenmişti. Nedense bu güzellik abideleri bu poşetleri kullanmamak için özen gösterircesine, öylece pis kanlarını ortada bırakıp şu kapıdan çıkıp gidebiliyorlardı, buna hiç anlam verememişti sekiz senedir. Çöpleri de attıktan sonra malzemelerini toparlayıp tuvaletin kapısına yöneldi, belindeki ağrı dayanılmaz hale gelmişti. Acıyla beraber ince ince yanıyor, boynuna kadar çıkıp tekrar aşağıya iniyordu. Kapıyı yavaşça kapadı, hiçbir zaman okuyamadığı, üzerinde ne yazdığını anlamadığı sarı levhayı kaldırıp iş kapısından uzaklaştı. Saat geceye bir vardı.
IIII.
Sabah bilgisayarını iştahla açan personel müdürü, kahvesini yudumlarken odaya bir eleman girdi.
- Halil Bey, Ahmed hala gelmedi, katı açmamız lazım.
Arkasına kendine güvenen, kurnaz bir tavırla yaslandı.
- Demek izin vermedim diye protesto ha!
Kendisine haberi getiren elemana doğru hışımla masasından kalkıp sordu.
- Sen Ahmed’in evini biliyor musun?
- Evet amirim biliyorum.
- Yakın mı?
- Evet, iki sokak ötede.
- Git bir bak bakalım, devamlı gittiği bir yer varsa da uğra, belki oturmuş gazetesini okuyordur serseri!
- Tabii…
Korkuyla kapıyı kapatan adam, hızlı adımlarla binadan çıkıp Ahmed’in kaldığı yere doğru yürümeye başladı. Yan yana binalarda oturuyorlardı. Bina da demek doğru değildi aslında ya, eski bir Rum yıkıntısıydı. Yaşlı Rum, odaları kiraya verip, bu parayla hasta olan bedenine son demlerini yaşatmaya çalışıyordu.
Demirleri paslanmış, elde metal kokusu bırakan tırabzanlara tutunarak merdivenleri çıktı ve Ahmed’in kapısını çaldı. Cevap yoktu. Tekrar çaldı. Yine cevap alamadı, en sonunda tedirginlikle kapıyı araladı. Ahmed yatakta boylu boyunca uzanmıştı. Sanki derin bir uykunun en güzel yerindeydi. Yerdeki üstü örtülü eşyaların üzerinden atlayarak Ahmed’in yattığı döşeğe eğilerek seslendi.
- Ahmed kalksana, işe geç kaldın.
Ahmed artık kalkamazdı, sabah ezanıyla ruhunu yıldızlar geçidine yollamıştı. Eleman bağıra bağıra metal kokusunun içinden geçerek ikişer üçer dar merdivenleri indi. Yaşlı Rum aşağıda çok güçlü bir adammışçasına yukarıdan inen, yüzü bembeyaz olmuş elemanı tutmak istedi. Yaşlı Rum’a çarparak sokağa çıkan eleman, haykırıyordu.
- Ambulans çağırın, ambulans çağırın!
V.
Ambulansla birlikte polis de gelmişti. Ahmed’in yılların verdiği yorgun bedeni, üstü ilk defa beyaz bir örtüye sarılı olarak odadan çıkartıldı.
Polis telsizi eline aldı;
— Merkez otuz beş yaşlarında bir adam Beyoğlu Mis Sokak’ta ölü bulundu. Ekip yollar mısınız?
— Anlaşıldı…
Ve Ahmed polis tutanaklarına şöyle geçti;
Murad oğlu Ahmed Muratoğlu, Beyoğlu Mis Sokak, 9 numarada çakıl taşlarıyla dolu 64 küpün arasında ölü bulundu. Ölüm sebebi otopsi sonucu belli olacaktır. Herhangi bir darp ya da saldırı izine rastlanmamıştır.
Oysa o kadar çok darba ve saldırıya maruz kalmıştı ki…
Derisi kat kat soyulmuş, tırnakları kırık, elleri acıyordu. Temizlik malzemelerini yere bırakmadan, yıllardır hayatın bütün yükünü taşıyan sırtıyla kapıyı yavaşça itip, içeri girdi. Saat akşam onu geçiyordu ve o hala günün belirli saatlerinde tekrarlanan işini yapmak için oradaydı. Malzemeleri yere dizdi, çamaşır suyundan soyulan elleriyle sanki ulvi bir iş yapacakmış gibi hazırlığa başladı. Sekiz yıldır bu tuvaleti temizliyordu ve parasını bu işten kazanıyordu. Tanıdık vasıtasıyla bulduğu bu işi, ilk başta sevinçle, şevkle yapmaya başlamıştı. Sonra başka bir işe de geçebilirdi, o an önemli olan kendisi ya da vasfı değildi, ama sekiz yıl, şu yan yana duran dört musluktan akan su gibi geçip gitmişti işte ve o hala orada, milletin pisliğini temizliyordu.
Aslında hayatı hep başkalarının pisliklerini temizleyerek geçmişti, ilk önce ölen babasının kumar borçları, ortağının bir gecede kaçıp bıraktığı senet borçları… Bütün pislikleri o temizlemişti, tıpkı şimdiki gibi. Fakat nedense tuvalet temizlemekten yüksünmüyordu. Babasının ve ortağının pislikleri çok daha ağır gelmişti zamanında, şimdi yaptığı iş, yaşananların yanında cennetin bir köşesinde nargile içmek gibi geliyordu.
İlk başta lavaboları silerek başladı, yavaş yavaş, sindire sindire mermerin üzerindeki su lekelerini temizledi, kendi hayatındaki lekeleri gözünün önüne getirerek… Sanki hiç yaşanmamışlar, sanki hiç iz bırakmamışlar gibi… Tek tek muslukların etrafındaki kirleri elleriyle yıkadıktan sonra bezini bir kenara bıraktı. Yerleri silmek için kovaya doğru eğildi, o anda tam sırtında inanılmaz bir acı hissetti. Yüzünü buruşturarak doğruldu ve acıyla inleyen gözbebekleriyle aynada kendine rastladı. Doktora gitmesi gerekiyordu, farkındaydı ama ne zamanı, ne de parası vardı. Personel müdürü diye başlarında duran ve bütün gün bilgisayardan kız tavlamaya çalışan sübyancı ibne yüzünden, hem izin alamıyor hem de iki aydır yatmayan sigortası yüzünden de doktora gidemiyordu. Hasta olduğunu söyleyip izin istediğinde aldığı cevapsa, çektiği azaptan daha acı vericiydi;
— Sanki çok iş yapıyormuş gibi bir de izin istiyorsun, bilirim ben sizin gibileri, kahveye gidip, iki kâğıt oyunu oynamak için yapıyorsun bunları!’
Beyninden vurulmuşa dönmüştü o anda. Yumruğunu sıktı, gözlerinin feri dönmüştü. Daha önce yaptığı gibi –Ortağını Adana’da bir pavyonda basmış, yakasından tuttuğu gibi sürükleyerek oradan çıkartıp eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü- yapacaktı ama hayat dersini çoktan almıştı, ‘değmez’ dedi içinden ‘değmez bu sübyancı pezevenk için’… Adam konuşmaya devam ederken, o, boynunu öne eğdi, içinden annesinin köyde uyumadan önce öğrettiği sayma oyununu oynamaya başladı. Çok küçük bir köyde annesi ve beş kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı, o zamanlar, babası ‘para’ kazanmak için büyük şehirde, erguvan renkli İstanbul’da, ümit kapısındaydı. Her ay ufak bir parayla geçiniyor, hep onların da İstanbul’a gideceği günleri konuşuyorlardı. En büyük hayali, küçük kardeşini bembeyaz bir bisikletin arkasında gezdirmekti. Nasip olmamıştı işte… Annesi bir oyun türetmişti bu bekleyişin arasında… Sıcak bir yaz gecesi, çatıda uyumalarını sağlayacak eğlenceli ve çocukça bir oyundu. Annesi de zaten yavrularından büyük değildi.
Yıldız saymaca… Ya da yerdeki karoları saymaca… Herhangi bir şeyi saymaca… Eskiden beri yaptığı ve içinde huzuru hissettiği tek şeydi. Sadece eskiden tek başına değil, kardeşleriyle birlikte sayıyorlardı yıldızları. Hepsi de ona kadar sayabildiği için en büyüklerinden başlıyordu, ona sıra gelinceye kadar üç tane on sayılıyor, o da dördüncü onu sayıp küçük kardeşine devrediyordu. Saydıkları her on sayı için, eski su testisine bir çakıl taşı atıyorlardı. Babaları onları almaya geldiğinde bütün bu çakıl taşlarını ona saydıracak ve ne kadar yıldız olduğunu öğreneceklerdi.
İlk başta kocaman şehirden her ay gelen para azalmaya, daha sonra da hiç gelmemeye başlamıştı. Annesi köydekilerin yardımıyla buğday alıp ekmek yapıyor, komşunun ineğinden iki kap süt alarak idare ediyordu. Köyde söylentiler başlamıştı, kimisi pespaye bir kadınla babasını şehirde gördüğünü kimisi ise kötü adamlarla gezdiğini konuşuyordu. Aklı malikti, ne demek istediklerini çok iyi anlıyordu ve annesini gözlemledikçe, günbegün çöktüğünü, kara gözlerinin söndüğünü hissediyordu. Yapacağı tek bir şey vardı, o da kaçıp babasını bulmaktı. Nereye, kime gideceğini bilmiyordu, ömrü sadece bu iki hektarlık alandan ibaretti ve dünya hakkında bildiği tek şey de o küpte bulunan onarlık yıldız kümeleriydi. Ama deneyecekti, kaçacak ve açlığın, boynu büküklüğün, kardeşlerinin yaşadığı bu burukluğun nedenini öğrenecekti.
II.
Bir gece sessiz sedasız evden çıktı, yıldızların olduğu küpü de çantasına alıp yollara koyuldu. Kamyon şoförlerinin arabalarını yıkayarak karnını doyurdu ve iki hafta sonunda İstanbul’a ulaştı. Şehri görünce kalbi duracak gibi oldu, kim birisini bulabilirdi ki bu koskocaman şehirde, kim onun derdini dinlerdi ki… Kahvede duymuştu, ağanın oğlu Aksaray diye bir yerden bahsediyordu, söylenenlere göre köyden giden bütün hemşerileri o çevrede olmalıydı. Sora sora dört saat yürüyüp Aksaray’a ulaştı, her yerden et ve yemek kokuları yükseliyor, etrafında dolaşıp ciğerlerine doluyordu, açlıktan bayılmak üzereydi. Yeni doğmuş ceylan gibi ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken bir adam kolundan tutup gözlerine baktı.
- Ne işin var senin burada, dedi.
Bacaklarının arasında bir sıcaklık hissetmişti, evet korkudan altına işemiş, ne yapacağını bilmez bir halde yere yığılmıştı. Adam hayal meyal köylerinden hatırladığı birisiydi. Kucaklandığını anladı. Kendi bıraktığı su birikintisine adamın omzunun üzerinden bakarken sokaktan çıktılar. Müzik ve kavga sesleri arasında ilerlerken, kahkahalarla gülen kadınlara baka kalmıştı. Hiç böyle kadınlar görmemişti hayatında, her tarafları ortada, yüzleri sanki bahçelerindeki kiraz ağaçlarından meyve yemişçesine kıpkırmızıydı. Çocuktu, ama anlamıştı, içlerindeki acıyı göstermemek için meyveleri sürmüşlerdi yüzlerine, o şen kahkahalarının altında hayatlarının başka bir yüzü yatıyordu. Üzülmüştü, annesini hatırlayıp gülümsedi. Köye döndüğünde annesinin de yüzüne kiraz sürecekti, belki biraz neşelenmesini sağlardı.
Dar bir binaya girdiler, duvarlarında nemden oluşan küfler ve bu küflerin oluşturduğu iğrenç bir koku vardı. Birbirine yakın, taşları kirden siyaha dönmüş merdivenleri çıkarken midesi iyice bulanmıştı. Sokakta duyduğu o yemek kokularını tekrar ciğerlerine almaya çalıştı, nefesini hemen tuttu. Bu koku inanılmaz kötüydü, köy meydanına yapılan, ama sadece iki gün açık kalan umumi tuvaletten gelen kokuya benziyordu. Yeşil duvarların arasında sadece bir kişinin geçebileceği koridordan ilerlerken, sıra sıra kapıların arasından döşeklerde uyuyan, sigara içen, üstünü değiştiren insanlar görüyor, burada nasıl yaşadıklarını düşünüyordu. Güzelim köy varken neden bu koşullarda yaşıyorlardı, neden? Koridorun sonundan bir ses duydu. Bu babasının sesiydi, her yerden tanırdı, en sevdiği türküyü söylüyor, ara sıra durup boğazını temizliyordu. Yaklaştıkça keskin bir sigara dumanı da üzerlerine doğru geliyordu, dumanın içinden geçip sesin geldiği odanın önünde durdular. Adam kapıyı ayağıyla itip üzerindeki ağırlığı sanki hasat çuvalı gibi yere bıraktı ve önündeki ufaklığın arkasında kalan adama söylenerek;
—Bak senin kuzucuk gelmiş, dedi.
Acıklı türkünün sözlerini yarıda kesen babası şaşkınlığını gizleyemedi bir an, kucağında ufak çantasıyla kendisine bakan oğluna bakakaldı. Sigarasını yavaşça bir zamanlar rengi pembe olduğu anlaşılan, ama kirden pembe yerini koyu gülkurusuna bırakmış yatağın üzerinde duran kül tablasına bıraktı. Bağdaş kurduğu bacaklarını oturmaktan uyuşmuşçasına açıp, ellerinden güç alarak ayağa kalktı ve Ahmed’ine uzun uzun baktı.
O ise bırakıldığı yerden kıpırdamadan, yaşadıkları hayata anlam veremediği belirsizlik ve geldiği için kızacağını düşündüğü babasına korkuyla bakıyordu. Arkadaşı bir şeyler homurdanıp kapıyı kapattı. Adamın ağzından çıkan homurtunun içinde onu ilgilendiren tek şey yemek kelimesi olmuştu. Hala babasının vereceği tepkiyi bekliyordu sanki dakikalar geçmişti, bütün vücudu uyuşmuş, kanı damarlarında dolaşmıyormuş gibi hissediyordu. Yataktaki sigara kül tablasına düşmüş artık hayatının son demlerini yaşıyordu, dibine yaklaştıkça da daha ağır bir koku etrafı sarmıştı.
Babasının ağzından çıkan ilk cümle;
- Evdekilere bir şey mi oldu, Ahmed.
Hiç beklemediği bir karşılamaydı bu. Oysa o kamyon köşelerinde geçen yolculuğu boyunca, eskiden tarlada oyun oynarken ya da ağacın tepesinden atlarken onu kucaklayan adamı, elini hep ensesinde hissettiği babasını göreceğini hayal etmişti. Küpüne sarılıp uyurken hep bu sıcaklığı bulacağını düşünmüştü. Geceli gündüzlü gittiği yol boyunca da ‘aile geleneği’ni bozmamıştı. Her gece ayaza karşı yolculuk ederken yıldızları sayıp, sandıktaki kamyon nevalesinden küpüne onluklar doldurmuştu. O çektiği dayanılmaz açlığa rağmen, yıldız kümelerini yemeyi düşünmemişti bile. Babası sayacaktı onları, tek tek elleriyle dokunup oğluyla gurur duyacaktı.
Şimdiyse sigara izmariti kokan bu adam, onu kucaklamamıştı. Evet, o bir adamdı, ama babası değildi. Olamazdı!
Arkadaşı elinde poşetlerle ağdalı odanın yağlanmamış gıcırdayan kapısından içeri girdi. Elindeki poşetleri karşılıklı duran döşeklerinin ortasına koyup, açmaya başladı. Köşeye sinmiş, babasını ve arkadaşını izleyen Ahmed artık aç değildi, hatta hayatı boyunca da acıkmayacağını düşündü. Gözleri dolu doluydu. Daha küçücüktü, o daha çocuktu ve ağlamaya hakkı vardı, ama yarım saatte on yaş atmış, kocaman adam olmuştu.
O gece, o sigara dumanının her santimetrekaresine sinmiş odada hep birlikte uyudular. Sabah kalktığında oda boştu. Bitişikten kavga sesleri geliyordu. Belli ki birileri birisini arıyordu. Kapıyı hışımla açan iki adam;
— Sen kimsin lan piç, kimin dölüsün?
diyerek içeri daldılar. Ahmed’i bir kenara iterek fazla eşya olmayan odayı didik didik aradılar. Yatağın hemen ayakucunda duran küpü gören, diğerine göre daha kısa ve tıknaz olan bıyıkları sinirden terlemiş adam, kafasını arkaya atarak tok bir kahkaha patlattı. Bu mutluluktan ya da zaferden gelen bir kahkaha değildi. Bu içinde kötülüğü barındıran bir gülüştü. Küpü yere atan adam, taşları ve meyveleri görünce aradığını bulamadığı için iyice hırslandı. Küçücük odanın diğer köşesine sinmiş Ahmed’i yakalayıp kollarından sarsarak defalarca tekrarlıyordu;
- Kimin dölüsün lan sen, söylesene kimin?
Ahmed küpten yerlere saçılan yıldız kümelerine bakıyordu sadece. Aile geleneği şimdi yerle bir olmuştu. Aklında tek bu vardı, artık yıldızları yoktu, ailesinin yıldızları bir saniyede gökten yere düşmüş ve bütün ihtişamlarını bu adamın haykırışları arasında yitirmişti.
Böylece babasının kumar borcunu ödemek ona kalmıştı. Bütün gece kumar oynanan batakhanede sabaha karşı yerleri silip, milletin pisliğini temizlemekle geçti ergenliği. Bıyıklarını temizlediği yerlerde terletti, tabii tekrar silmek kaydiyesiyle.
Bu batakhanelerin arasında tanıştığı en samimi arkadaşı, can yoldaşı, ortağıyla aynı nem ve küf kokan odayı paylaştı. Yine aynı sahneyle karşılaştı yıllar sonra… Birileri odaya daldı, etrafı dağıttı, yine aynı soruyu işitti. Ama hayat ondan çok şey aldığı gibi, çok şey de vermişti. Bu sefer susmadı, direndi, kavga etti, avazı çıktığı kadar bağırdı. O yemek ve kadın kokan sokaklarda öğrendiği bütün küfürleri saydı. Fakat sonuç yine aynıydı, elindeki bütün malları cüzi bir paraya satıp can dostunun borcunu ödedi. Ama onu bulacaktı, sabah uyandığında bir daha görmediği babası gibi olmayacaktı bu hikâyenin sonu. Buldu da…
III.
Şimdi karşısında duran bu it oğlu it ona sorumsuzluktan ve yalandan bahsediyordu. Kaç tane on saydı bilmiyordu. Arkasına dönmeden geri geri giderek kapıya yönelmiş ve hava gibi süzülerek odandan çıkmıştı. Bütün bunları tekrar tekrar yaşarken, yerleri çoktan silmişti. En son çöpler kalmıştı, en sevmediği de buydu işte. Bu şehirli kadınlar çok temiz giyiniyor, temizliğe çok önem verirmişçesine tırım tırım ortalarda gezinmesini çok iyi biliyorlardı, ama iş beden temizliğine gelince hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu orkid denen meretin poşetleri vardı, artık öğrenmişti. Nedense bu güzellik abideleri bu poşetleri kullanmamak için özen gösterircesine, öylece pis kanlarını ortada bırakıp şu kapıdan çıkıp gidebiliyorlardı, buna hiç anlam verememişti sekiz senedir. Çöpleri de attıktan sonra malzemelerini toparlayıp tuvaletin kapısına yöneldi, belindeki ağrı dayanılmaz hale gelmişti. Acıyla beraber ince ince yanıyor, boynuna kadar çıkıp tekrar aşağıya iniyordu. Kapıyı yavaşça kapadı, hiçbir zaman okuyamadığı, üzerinde ne yazdığını anlamadığı sarı levhayı kaldırıp iş kapısından uzaklaştı. Saat geceye bir vardı.
IIII.
Sabah bilgisayarını iştahla açan personel müdürü, kahvesini yudumlarken odaya bir eleman girdi.
- Halil Bey, Ahmed hala gelmedi, katı açmamız lazım.
Arkasına kendine güvenen, kurnaz bir tavırla yaslandı.
- Demek izin vermedim diye protesto ha!
Kendisine haberi getiren elemana doğru hışımla masasından kalkıp sordu.
- Sen Ahmed’in evini biliyor musun?
- Evet amirim biliyorum.
- Yakın mı?
- Evet, iki sokak ötede.
- Git bir bak bakalım, devamlı gittiği bir yer varsa da uğra, belki oturmuş gazetesini okuyordur serseri!
- Tabii…
Korkuyla kapıyı kapatan adam, hızlı adımlarla binadan çıkıp Ahmed’in kaldığı yere doğru yürümeye başladı. Yan yana binalarda oturuyorlardı. Bina da demek doğru değildi aslında ya, eski bir Rum yıkıntısıydı. Yaşlı Rum, odaları kiraya verip, bu parayla hasta olan bedenine son demlerini yaşatmaya çalışıyordu.
Demirleri paslanmış, elde metal kokusu bırakan tırabzanlara tutunarak merdivenleri çıktı ve Ahmed’in kapısını çaldı. Cevap yoktu. Tekrar çaldı. Yine cevap alamadı, en sonunda tedirginlikle kapıyı araladı. Ahmed yatakta boylu boyunca uzanmıştı. Sanki derin bir uykunun en güzel yerindeydi. Yerdeki üstü örtülü eşyaların üzerinden atlayarak Ahmed’in yattığı döşeğe eğilerek seslendi.
- Ahmed kalksana, işe geç kaldın.
Ahmed artık kalkamazdı, sabah ezanıyla ruhunu yıldızlar geçidine yollamıştı. Eleman bağıra bağıra metal kokusunun içinden geçerek ikişer üçer dar merdivenleri indi. Yaşlı Rum aşağıda çok güçlü bir adammışçasına yukarıdan inen, yüzü bembeyaz olmuş elemanı tutmak istedi. Yaşlı Rum’a çarparak sokağa çıkan eleman, haykırıyordu.
- Ambulans çağırın, ambulans çağırın!
V.
Ambulansla birlikte polis de gelmişti. Ahmed’in yılların verdiği yorgun bedeni, üstü ilk defa beyaz bir örtüye sarılı olarak odadan çıkartıldı.
Polis telsizi eline aldı;
— Merkez otuz beş yaşlarında bir adam Beyoğlu Mis Sokak’ta ölü bulundu. Ekip yollar mısınız?
— Anlaşıldı…
Ve Ahmed polis tutanaklarına şöyle geçti;
Murad oğlu Ahmed Muratoğlu, Beyoğlu Mis Sokak, 9 numarada çakıl taşlarıyla dolu 64 küpün arasında ölü bulundu. Ölüm sebebi otopsi sonucu belli olacaktır. Herhangi bir darp ya da saldırı izine rastlanmamıştır.
Oysa o kadar çok darba ve saldırıya maruz kalmıştı ki…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)